Ana SayfaÖzel DosyaParayla değil sırayla: Büyüme acıları - coming-of-age sinema

Parayla değil sırayla: Büyüme acıları – coming-of-age sinema

Coming-of-age sinema denince akla bireylerin hayatındaki mihenk taşlarından olan çocukluktan ergenliğe ya da ergenlikten yetişkinliğe geçiş sürecine ana karakterin bakış açısından tanıklık ettiğimiz, büyüme, gençlik, olgunlaşma gibi temaları işleyen sinema türü gelir…

Neslihan Atcan ALTAN 

Örneğin 1986 yılı yapımı “Stand By Me”, bu türün en önemli ve en başarılı örneklerindendir. Stephen King’in aynı isimli kısa romanından uyarlanan bu filmi izlemeyen kaç kişi kalmış olabilir? Yani ben diyeyim 23, siz diyin 34 gibi bir şey. Ya da Truffault’un “400 Blows”u (1959)? Yakın zamandan örneklere bakacak olursak da Richard Linklater’ın tamamlanması 1013 yıl süren yapımı “Boyhood”u (2014) ve herkesin yerlere göklere koyamadığı ve benim “Barbie”ye kadar mesafeli durduğum -ne de üzülür duysa!- Great Gerwig’in “Lady Bird”ü (2017) zavallı insan türünün büyüme acılarına tanıklık eden hoş örneklerdir. “Perks of Being a Wallflower” (2012) aynı isimli romandan romanın yazarı tarafından senaryolaştırılıp yönetilmiş, kendisi bir de David Bowie’ninHeroes’ (1977) parçasını da filmin unutulmaz sahnelerinden birine yapıştırarak kalbimde çok büyük bir yer etmiştir.  Bu film üstüne yazacaktım ben de ama araştırınca o kadar çok şey yazılmış ki benimki eksik kalsın dedim. İzlemeyen varsa mutlaka ve mutlaka izlesin. Ben de o esnada bana kişisel anlamda çok şey ifade eden ve birçok kaynakta olduğu gibi benim de coming-of-age diye nitelendirdiğim üç filme bakayım.

Üniversite Similasyonu Tamam, Şimdi Hayat: “Diner” (1982)

Barry Levinson’ın bu unutulmaz filmi, birkaç arkadaşın üniversiteden sonra genç yetişkinlikten tam tur yetişkinliğe geçiş hikayesini diğer coming-of-age filmlerin aksine tek bir karaktere odaklanmayıp, her karakterin kendi çapında deneyimledikleriyle bize anlatıyor. Ayrıca film lineer bir anlatı yerine karakterlerin hikayelerini parça pinçik filme dağıtıp, bize tüm karakterlerin arkada neler yaşamış ya da yaşıyor olduklarını yamalı yorgan güzelliğinde gösteriyor. Kadro da muazzam: Öncelikle zamanın en güzel adamlarından -zamanın diyorum- Mickey Rourke, Steve Guttenberg, Kevin Bacon -ne sevimsiz karısı vardır bunun da-, Ellen Barkin -aşırı korkuyorum bu kadından ama hayranlık korkusu- ve daha kimler kimler. Pırıl pırıl, zeki ve eğlenceli diyaloglar, her zaman Amerikan sinemasında ve yerinde gördüğümde beni çok heyecanlandıran diner mekan, dostluk, evlilik ve evlilikten de daha korkutucu olan büyümek gibi temalar bu filmde beni kıskıvrak yakalamıştı. Ben bu filmi nerede izledim? Nasıl izledim? Bunu hatırlıyorum da her yıl girdiğim dersin içeriğini niye hatırlamıyorum? İşte oralar bende yok. Bulursanız izleyin. Yok, yok; bulun ve izleyin.

Siyah-Beyaza Sıkışmak: “Rumble Fish” (1983)

Gelelim beybabamız Francis Ford Coppola’nın filmleştirdiği Türkçeye “Siyam Balığı” olarak çevrilmiş ve “The Outsiders” romanının da yazarı olan S.E. Hinton hanımefendinin eseri “Rumble Fish”e -kadın “The Outsiders”ı 18 yaşında yazmış, huuu! 18 diyorum. O romanını da kim filmleştirdi peki? Evet, yine beybaba! E, o zaman yine coming-of-age filmi olarak okuyabileceğimiz “The Outsiders”dan niye bahsetmiyorum? Onu ben de anlamadım- Coppola bu filmini “gençler için bir sanat filmi” diye tanımlamış. Gerçekten de filmin stiline, duygusuna, dokusuna bakacak olursak gençlerin çabucak ve kolaylıkla sevecekleri bir tavrı var. Ben de boşuna sevmemişim zamanında demek ki. TRT 2’de falan mı izledim acaba? Coppola’nın inanılmaz stilize bir atmosfer içinde bizi rüyadaymış gibi hissettiren bu filmi çete lideri genç Rusty James (Matt Dillon) karakterine ve bu karakterin kendisine örnek aldığı ağabeyi Motorcycle Boy’a (Mickey Rourke) odaklanıyor. Filmin siyah beyaz oluşu -birkaç sahne hariç ama spoiler vermeyeceğim- sembolizmi pek seven Coppola’nın bu filmde de farklı manalara çıkacak ya da çekilecek türlü işler çevirdiğini hissetmemize neden oluyor. Gençlerin kendilerini siyah-beyaz bir dünyada tutsak hissetmelerinden tutalım da, hayallerin peşinden gitmenin zorluklarına, bir yere ya da bir hayale ait olma ya da olamama hissi, aile, iletişim, ilişkiler gibi temalarla aklımıza kazınacak bu şaheseri izlemediyseniz izleyin.

Çılgınlığın Halleri: “C.R.A.Z.Y” (2005)

Gelelim içinde bulunduğumuz zamana daha yakın bir Kanada yapımına. Bu Jean-Marc Vallée “Dallas Buyers Club” (2013)’ı da o yönetti filminde Kanada’nın Quebec bölgesinde yaşayan beş erkek çocuklu Beaulieu ailesinin en küçüğü Zac’ın gözünden aile ilişkileri, kendi kimliğini bulması, kabullenmesi ve çevresine kabul ettirmesi, dostluk, bağımlılık gibi temaları izliyoruz. Hem de ne izlemek! Filmdeki komik sahne ve diyaloglar içimizi ısıtırken, bir anda nereden geldiğini anlamadığımız bir duygu sağanağı üzerimize yağıveriyor. Filmin soundtrack’i de bundan iyisi Şam’da kayısı dedirtecek cinsten. Siz deyin Pink Floyd, ben diyeyim Rolling Stones, sonra siz Patsy Kline deyin, ben de onun üstüne size üstünlük sağlamak için Charles Aznavour diyeyim. Siz de bilge bir gülümsemeyle David Bowie deyin, ben de Elvis Presley deyip tam ayağınızın ucuna tükürmemle kendime geleyim. Bu olağanüstü müzik ziyafetinin eşlik ettiği “C.R.A.Z.Y”, oyunculuktan, diyaloglara, hikaye anlatımından, 60’lar, 70’ler ve 80’lerin atmosferini kusursuzca yansıtmasına kadar izlemesi son derece keyifli bir yapım.

Coming-of-age türü neden insanın kalbine dokunuyor? Çünkü bu türün örnekleri hepimizin aşağı yukarı aynı şeyleri belki farklı film setlerinde, farklı oyuncular ve farklı senaryolarla deneyimlediğimiz hikayeler. Ve çünkü hep bir yolculuk halindeyiz. Seferiyiz yani. Kendimize doğru bitmeyen bir yolculuk -ne diyorum ben yahu? Umarım anda kal falan demem- devam ediyor. Ve çünkü bazı yolculuklar yalnız çekilmiyor. Birinden bir dörtlük okumadan ben kaçayım, siz de izlemediklerinizi izleyin bakalım.

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR