Ana SayfaRöportajlarPınar Civan: "Aşk, hayatımın tam göbeğinde"

Pınar Civan: “Aşk, hayatımın tam göbeğinde”

Hayat bazen enteresan hiç tanımadığınızı düşündüğünüz biri, bir anda -hala çok yakından tanımasanız da- tanıdık çıkabiliyor. Hani yılla önce her insan ile aramızda maksimum 7 kişi uzaklık olduğu söylenirdi ya, o artık her insanla bir dirsek temasına dönüştü bence. İşte Pınar Civan da onlardan bir tanesi benim için… Ve kısa, öz, yalın ama bir o kadar da etkileyici cümleler ve çizimlerle dolu kitabı “Dis-Moi” bizlerle.

İpek ATCAN / [email protected]

Bugüne kadar yolumun adam akıllı kesişmemesine şaşırdığım Pınar hem muazzam bir ressam, hem “dünya vatandaşı” tanımının karşısına fotoğrafı koyulması gereken bir insan hem de “Evet! Bence de!” diye okuyacağınız o satırların sahibi. “Dis-Moi” The Poet House tarafından 310 adet basılıyor. Yani “Evimde istiyorum bunu!” diyorsanız çok da aheste davranmamanızda fayda var. Hadi, söz Pınar Civan’da!

Çoğunlukla Paris’te olan, arada buralara gelen, bolca da gezen bir sanatçısın. Biraz hayatının o kısmından bahsetmek hatta birilerine ilham olmanı isterim 🙂

Göçebe olmak ve göçebe kalmak kimliğimin en temel taşlarından biri ayrıca sanatımı da çok besleyen bir şey. 20 yıl önce ülkeden çıkıp Afrika macerama başladığımdan beri hem dönem dönem başka ülkelerde yaşadım hem de her fırsatta bavulu alıp dünyanın dört bir yanına gittim, gidiyorum. Bütün bu süreçte Paris’te yaşadığım dönemde “varmak istediğim limanı buldum” dedim. Paris’e bambaşka bir aşkla tutuldum. Çıpayı oraya atıp göçebeliğe oradan devam etmeye karar verdim. Ama Paris bile olsa tek bir yerde kalmama imkân yok. Paris ev, İstanbul köklerim, Bern ise huzurlu bir sığınak. Bunların dışında da -işimi de gittiğim her yerde yapabildiğim ve bundan beslendiğim için- gitmeye hep hazırım. Misal önümüzdeki birkaç ay içinde arka arkaya hem hayatımda gittiğim en kuzey noktaya hem de hayatımda gittiğim en güney noktaya gideceğim.

“Soyut bir ressam için çizmek ve boyamaktan başka içini bu kadar filtresiz ve apaçık ortaya dökmek çok sancısız bir süreç değildi.”

Paris – İstanbul – Bern… Bu 3 ana lokasyondan en çok beslendiğin yer neresi?

Hepsi ayrı ayrı besliyor. Bu 3 şehirde çalışırken elimin başka renklere gittiğini tablolar tamamlanınca anlıyorum. Bern’deki atölyem çok daha geniş ve çok daha konforlu. Dolayısıyla orada daha çok üretebiliyorum. Ama Paris’te insanlarla kurduğum iletişim, şehrin dinamik hali, kültürel ve sanatsal zenginliği ve müzik beni haliyle çok besliyor. İstanbul ise çocukluğumun İstanbul’una özlemle hep bir melankoliyle bana eşlik ediyor.

Gelelim kitaba, sadece 310 adet var. İnanılmaz (az) bir rakam, resmen collector’s item. Bu serüvene çıkışın nasıl oldu, fikir nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir yolculuk oldu?

İtiraf edeyim, çok tereddüt ettiğim, çok bocaladığım bir yaratım süreci oldu. Başta çizimler vardı. Çizimler en eğlenerek, en kendime güvenerek tamamladığım ve aklımda kitap bile yokken kendi kendime hınzırca çalıştığım işlerdi. The Poet House – İsmail Sertaç Yılmaz bu çizimleri kitaba dönüştürmeliyiz dedi. Zevkine, özenine ve disiplinine çok güvendiğim bir yayımcı ve sanatçıdır. Caymama izin vermedi, bunun için kitabın son cümlesini yazınca ona ayrıca teşekkür ettim zaten. Kitabın sınırlı sayıda basılması, dediğin gibi collector’s item olması özellikle isteyeceğim şeylerdi. Her alanla, her okuyanla bir bağ kurmuş gibi oluyoruz. Bu beni müthiş mutlu ediyor. Soyut bir ressam için çizmek ve boyamaktan başka içini bu kadar filtresiz ve apaçık ortaya dökmek çok sancısız bir süreç değildi. Metinler benim yıllardır kafamda biriktirdiğim, döndürdüğüm metinlerdi, yeni bir şey yoktu ama okuyan nasıl okuyacak, anlatmak istediğimi anlatabilecek miyim kaygısı çok hırpalayan bir kaygı. Benim için çok önemli bir kendi gölgemin üstünden atlama adımı oldu. Aylarca kelimenin tam anlamıyla mızmızlandıktan sonra bir gün “aaa yeter ama!” dedim ve yazmaya giriştim. O yeter ama anı çok hafifleten, özgürleştiren bir andı. 

“Konuştuğum bütün kadınların benimle paylaşmayı istedikleri şeylerin hepsi benim için çok değerli.”

Kitaba geçeceğim ama bu “limited editon slow book” olayından da bahsetmemek olmaz…

Her şeyin hızlı, ucuz ve tonlarca üretildiği ve tüketildiği bir zamanda bundan uzak kalmak çok kolay değil ve hatta çoğu zaman mantıklı da değil. Ama bir şeylerin özenle, yavaş yavaş yaratılmasına, saklanmasına, bizimle yaşamasına çok kıymet veriyorum. O yüzden The Poet House ile çok ortak bir noktada anlaşıyoruz. Kadınlarımı ve anlattıklarını başka bir yayın formatında hayal edemezdim. Yıllarca o kadar kendime sakladım ki yine böyle özenle basılacak ve sadece gerçekten isteyenlerin evlerinde, zihinlerinde yer bulacak bir şekilde kâğıda dökülmeleri içime en sinen yöntem oldu. Her şeyin hızlı tüketildiği zamanlarda durmaya, nefes almaya kıymet veriyorum. “Slow book” ve “limited edition” konseptleri buna çok uyuyor bence. Az olsun, özenli olsun ve gerçekten isteyenlere ulaşsın. 

Kitabı kadınlara adamışsın. En hoşuma giden yitirdiklerimize söylediğin “hayatın bir anını bile kana kana yaşamadan geçirmeyeceğim” dediğin kısım oldu. Ben de gidenin ardından kendimi hayatı yaşamaya adayanlardanımdır. Biraz bu “ithaf” kısmından da bahsedebilir miyiz? Kimler, çıktığın yollarda karşılaştığın en çok hangi tip insanlar seni etkiledi?

Ben girişken ve meraklıyım dolayısıyla da insanların -anlatmak istedikleri- hikayelerini dinlemeyi çok severim. Kitabın girişinde dediğim gibi özellikle kadınlarla hep konuştum Gana’dan Ukrayna’ya, Arjantin’in bir dağ köyünde üzüm bağlarında çalışan bir kadından Vietnam’ın bir balıkçı köyünde minik bir restoranda çalışan bir kadına konuştuğum bütün kadınların ortak kadınlık meseleleri, tecrübeleri, hayata olan bağlılıkları, hayalleri, hayal kırıklıkları bana çok dokundu, hepsini aldım kendi hayat tecrübelerim heybeme ekledim. Hayatlarımızın kısa bir anında denk geliyoruz, paylaşıyoruz ve artık birbirimizden haberdarız, birbirimizin zihninde, kalbinde bir şekilde yer ettik, yola birbirimizin tecrübelerini de eşlik ederek devam ediyoruz. Konuştuğum bütün kadınların benimle paylaşmayı istedikleri şeylerin hepsi benim için çok değerli. Ama şunu da söylemeliyim, yitirdiklerimiz derken en başta kendi annemi sayıyorum. Hayatı o kadar dolu dolu yaşayan, her güne bir sürü gün sığdıran bir kadındı ki zamansız kaybı, anne kaybının asla dolmayacak boşluğu yanında; çok sevdiği hayatı onun için de kana kana yaşamalıyım ödevini üstlendirdi bana. Hepimiz biliyoruz, her şey birkaç dakika içinde değişebiliyor, bu yüzden aldığım her nefesin, izlediğim her güneş doğuşunun ve güneş batışının kıymetini bilmeye kararlıyım.

Neredeyse kitabın adı “love” olsa yadırgamayacağım kadar aşk var bu kitapta… Aşkı birçok noktadan ele alıyorsun, ama ben en çok hayata aşk görüyorum yazdıklarında. Kök salmamaktan bahsedişin de biraz o bence, bilmem yanılıyor muyum? Aşk hayatının neresinde?

Çok haklısın. Aşkın o her anını uyanık ve her şeyi paylaşarak geçirmek isteme hali var ya, kök salmamak isteğindeki telaşlı hal tam olarak o hal. Hayatın tamamı aşk, güneş batışlarına, bazı şehirlere, sokak hayvanlarına, içime dokunan tablolara… Aşk, hayatımın tam göbeğinde. Dişlerimizi geçirip dudaklarımızın kenarından suları alacak renkli bir meyve gibi yaşama coşkum. Bazen yorucu gelebilirim ama yoğun ve coşkulu yaşamaktan başka türlüsünü bilmiyorum. Tablolardaki yoğun renkler ve katmanlar da buradan çıkıyor sanırım. Tablolarımla ilgilenenlere de açık açık söylüyorum, bu enerji fazla yoğun da gelebilir, bunu anlarım ama içimdeki neyse elimden gelen de o. Hem yazarken hem de boyarken. Âşık olmanın ve aşık kalmanın çocuksu enerjisi ve coşkusu olmadan hayatın hakkını veremeyiz gibi geliyor.

693A697F DD6C 40E9 B4E7 5D97FF8E63A9

“Many trains she rides” (“Trenlerdi hep seyahat ettiği”) şiirsel bir anlatım. Tren yolculuğunda da bir şiirsellik buluyorsun sanki… Ne düşünüyorsun tren yolculuklarında, ne açıdan seni cezbediyor?

Tren yolculuklarına ve tren istasyonlarına şiirsel bir romantizm yüklüyorum evet. Her ne kadar hızlı trenlerden bahsetsek de istasyonlarda kavuşmayı heyecanla beklediğimiz insanların bizi karşılaması, sevdiğimiz şehirlere, sevdiğimiz insanlara varmak yaratmayı ve sürdürmeyi sevdiğim ritüellerin bir parçası. Üstelik havaalanları gibi kaotik ve kurallarla dolu ve stresli değil, dingin ve dinlendirici tren yolculukları, aynı yerlerden her mevsim geçip değişimi izlemek bana çok iyi geliyor mesela. Havaalanlarını da severim tabii, gitmeyi ve dönüp gelmeyi seviyorum çünkü ama tren yolculukları daha sempatik. Tren yolculuklarında ya çiziyorum ya yazıyorum, tamamen kendime ayırdığım ve boş boş camdan bakarken bile ürettiğim anlar trende geçirdiğim zamanlar.

Bu kitap bir dizinin başlangıcı mı? Yani sanki böyle aniden bitiyor ve insanda bir devamını da duyma, görme, okuma hissiyatı bırakıyor. Var mı öyle bir planın?

Aslında yoktu ama el birliğiyle aklıma soktular 🙂 Hem yıllardır dinleyen arkadaşlarım hem de yayımcım Afrika kitabıyla devam edelim diyorlar. Neden olmasın?

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR