Yunan Tuhaf Dalgasının lokomotif yönetmeni ve bu muhteşem tuhaflığı dünyayla tanıştıran sıra dışı yetenek Yorgos Lanthimos, son filmi “Poor Things” / “Zavallılar” ile bir önceki filmi “The Favourite” / “Sarayın Gözdesi”yle açtığı damarı daha da genişleterek bize sinematik bir ziyafet sunuyor. Venedik Film Festivali’nde en büyük ödül Altın Aslan’ı kazanan ve bu yıl Oscarlarda çeşitli kategorilerde güçlü adaylardan biri olan Zavallılar, fütürizmi gotikle birleştiren gerçekdışı bir dönem filmi olarak kendine ait bir dünya kuruyor.
Yeşim Burul
Uzun süredir izlediğim en etkileyici açılış sahnesi ile karşıladı “Zavallılar” beni: Kopkoyu, adeta elle çizilmiş bir gökyüzünün yer aldığı bu planda arkasından gördüğümüz Viktorya döneminden bir kadın, köprüden kendisini Thames nehrinin sularına bırakıyor. Görsel olarak o kadar etkileyici bir plan ki, adeta bir vorteks gibi beni içine çekerek filmin son karesine kadar yakamı bırakmadı. Filmin başında sebebi bilmediğimiz bu öz yıkıcı davranışın sonucunda hayatı Thames sularında son bulan bu genç kadın, Frankenştaynvari bir doktor olan Godwin Baxter’ın ellerinde yeniden can bulacak, rahimdeki bebeğin beyni yetişkin kadın bedenine yerleştirildikten sonra Freudyen bir dokunuşla, annesinin fiziksel yok oluşunda, o annenin bedeninde doğacak, her anlamı ile annenin yerine geçecektir.
Mary Wollstonecraft Shelley’nin – ki evlenmeden önceki soyadı da Godwin’dir! – klasik eseri Frankenştayn ile Yunan mitolojisinden Pygmalion figürünü (Bernard Shaw’un oyunundan “My Fair Lady” filmine uzanan tüm uyarlamaları ile) birleştiren bu anlatıda yaratılan kadın figürü, her açıdan toplumsal olarak uygun ve makbul edileni sorgulayarak bir kendini keşif yolculuğuna çıkacak.
Lanthimos’un çekici tuhaflığı
Lanthimos sineması başından itibaren bir müessese olarak aileyi, liberal kapitalist düzeni ve duygusal bağlanma biçimlerini absürdün sınırlarını zorlayarak ele alan, yapıp bozan ve alt üst ederek bizi tüm bu kavramlara belli bir mesafeden bakmaya davet eden bir sinema olageldi. 2009’da “Kyonotodas” / “Köpek Dişi” ile başlayan bu yaklaşımını, “Alpeis” / “Alpler” ile devam ettirdi ve “The Lobster” ile 2015’te ilk kez Hollywood sularına yelken açtı. Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü ve Oscarlarda En İyi Orijinal Senaryo Ödülü’nü alan “The Lobster “sonrasında artık kimse onu tutamazdı. Sonrasında “Kutsal Geyiğin Ölümü,” “Sarayın Gözdesi” ve son olarak da “Zavallılar” ile her seferinde bizi şaşırtmaya ve sinemasına hayran bırakmaya devam ediyor. Yönetmen, önceki filmlerinden aşina olduğumuz sosyal deney mevhumunu da bu fütüristik film ile çok daha ileri bir seviyeye taşıyor.
Romandan beyazperdeye
Modern İskoç edebiyatının önemli yazarlarından Alasdair Gray’in 1992 tarihli aynı adlı romanı, Viktorya dönemini anlatan romanların çarpıcı, postmodern bir yorumu olarak İskoç edebiyatının başyapıtları arasında yer alıyor. On dokuzuncu yüzyıl dünyasına modern gözlerle bakan bu eserden uyarlanan film ise romanın da ötesine geçerek Emma Stone’un canlandırdığı Bella karakteri üzerinden kurallarını erkeklerin koyduğu bir dünyada bir kadın olarak doğmanın ve var olmanın imkanlarını mizahi bir dille araştırıyor. Sarayın Gözdesi’nin de senaristi olan Tony McNamara’nın kaleminden çıkan senaryoya oldukça esnek bir uyarlama diyebiliriz. Gray’in romanındaki çok katmanlı anlatımdan taviz verilirken, bir yandan çok aşina gelen ama bir yandan da yabancılaştırıcı derecede gerçekdışı öğeler içeren dünyanın tasvirinde Bella’nın perspektifi öne çıkıyor. Onu yaratan, ona bakan ve onu baştan çıkaran erkeklerin beklentilerine ve dayatmalarına şaşkın bakışları, keçi inadı ve uçsuz bucaksız merakı ile karşı koyuyor. Yetişkin bedeninde bir yeni doğan olarak başladığı hayatında, mucizevi bir şekilde hızlıca gelişip, dille birlikte sembolik dünyaya geçen, cinsel tatmin ve arzuyu keşfedip dünyevi zevkleri araştırmaya başlayan, çocukluk ve ergenlikten yetişkinliğe ulaşan gelişim süreçlerini hızlıca kat ederek acıyı, üzüntüyü, pişmanlığı, vicdanı ve entelektüel tatmini keşfeden Bella’nın bütün bu gelişim aşamalarındaki hallerini tüm incelikleri ile canlandıran Emma Stone, kuvvetli adaylarından biri olduğu En İyi Kadın Oyuncu Oscar‘ını fazlasıyla hak ediyor.
Bella’nın hayatındaki erkekler olarak Dr. Godwin Baxter rolünde Willem Dafoe’yu, onun yardımcısı Max McCandles olarak Ramy Youssef’u ve çapkın avukat Duncan Wedderburn rolünde Mark Ruffalo’yu izliyoruz. Her biri patriyarkanın farklı yüzlerini, her geçen gün gelişen ve değişen Bella’ya verdikleri değişik tepkilerle ortaya koyuyorlar. Peki kim bu “zavallılar” diye soracak olursak da film bizi kaçınılmaz olarak filmin erkeklerine/erkekliğine doğru yönlendiriyor. Bella’nın eski hayatındaki kocası, akıbetiyle belki de bu deyişi en çok hak eden oluyor.
Sine-masal
Filmi sinemasal açıdan bu kadar çarpıcı kılan en önemli öğelerden biri prodüksiyon ve set tasarımı. Tamamı Macaristan’da inşa edilen setlerde çekilen filmin genel dış mekanlarında art noveau stili tercih edilirken, endüstri devriminin görsel öğelerini içeren steam-punk akımı gotikle birleşerek geçmişten gelen fütüristik bir hava yakalıyor. Holly Waddington’ın tasarladığı kostümlerin ise bu geçişkenliği yakalamada rolü büyük. Lanthimos’un “Sarayın Gözdesi”nden beri birlikte çalıştığı İrlandalı görüntü yönetmeni Robbie Ryan ile görsel deneyleri de bu filmde daha da gelişerek filmin masalsı dilini güçlendiriyor. Sinema tarihine referanslarla donatılan filmde Méliès’den Alman Dışavurumculuğuna ve özellikle de Fritz Lang’ın Metropolis’ine göndermeleri yakalamak mümkün. Önceki filmde sıkça başvurdukları “balık gözü” merceklerin kullanımı bu filmde de devam ederken, genelde kullandıkları geniş açılı mercekleri, bir çember görüntüsü oluşturan merceklerle destekleyerek erkeklerin Bella’yı kontrol etme/kısıtlama çabalarını da görselleştiriyor. Sinemanın erken döneminde kullanılan görsel öğelerden biri olan bu mercekler, filmin nostaljik görsel dünyasına çok da yakışıyor.
Son olarak Bella’nın bu müthiş yolculuğu Jerskin Fendrix’in eksantrik orijinal müziği ile bambaşka bir boyuta taşınıyor. İlk film müziği çalışması ile Oscar adaylığını kapan Fendrix’in, Bella’nın gelişimini adeta bilinçdışı bir boyuttan takip ederek bize sürekli gerçekliği sorgulatan müzikal dünyası aynı zamanda sinemanın en güzel dans sahnelerinden birine eşlik ediyor.
Filmin bittiği noktada yerimden kalkamadım. Başka bir salona geçip Bella’nın hayatına eşlik etmek, gelecek maceralarını da izlemek, elinden tutup Fendrix’in müzikleri eşliğinde dans etmeye devam etmek istedim. Bella Baxter’ın da dediği gibi çünkü “hayatta olmak büyüleyici bir şey!”