Son yılların en ilginç filmlerinden biri olan “Dream Scenario” / “Rüya Senaryo” nihayet Türkiye’de vizyona girdi. Film, hikâye yazmakla ilgilenen herkese “Vallahi benim de aklıma gelmişti” dedirtecek kadar harika bir fikir üzerine kurulu! Ama çok geç, “Sick of Myself” / “İlgi Manyağı” ile dikkatleri üzerine çeken Norveçli yönetmen Kristoffer Borgli sizden önce davrandı!
Doğu Yücel
Sinemada rüyaları anlatmak zor, zor olduğu kadar da risklidir. Fakat ömrümüzün üçte biri uykuda geçtiğine göre ve bunun azımsanmayacak bölümünde rüya gördüğümüz düşünülürse (Araştırmalara göre bir gece boyunca iki saate kadar rüya görebiliyoruz) bu konudan sanatçıların beslenmemesi büyük bir kayıp olurdu. Yönetmen ve senarist Kristoffer Borgli rüya kavramını daha da geniş alıyor. “Sadece uyurken değil, uyanık zamanlarımızın çoğunu da kafamızın içinde yaşıyoruz. Sürekli geçmişimizi düşündüğümüz ve geleceğimizi hayal ettiğimiz için gerçeklikte sandığımız kadar zaman geçirmiyoruz. Bu filmi gerçekliğimiz ile düşlediğimiz arasındaki bu tutarsızlığı ele almak, o ikisini çatıştırmak ve oradaki gerilimi keşfetmek için bir fırsat olarak gördüm” diyor. Rüyalar kadar gündüz düşlerimiz, daldığımız hayaller kadar saplandığımız gündelik rutinler de Rüya Senaryo’nun alanına giriyor aslında.
Herkes aynı kişiyi rüyasında görürse…
Peki Rüya Senaryo ne anlatıyor? Fragmanda da gösterildiğine göre bu pek spoiler sayılmaz: Son derece sıradan bir adam birdenbire sebepsiz yere dünyanın dört bir yanında insanların rüyalarına girmeye başlıyor. İlk başta sadece bir figüran, oradan geçen edilgen bir adamdır. Ama bir şekilde insanlar onu uyandıklarında hatırlarlar. Rüyalara sızan bu adam, Nicolas Cage’in canlandırdığı Paul Matthews’dur. Peki nasıl? Neden o? Bu ne kadar sürecek? Ve bundan sonra ne olacak? Gibi birçok soru havada uçuşur. Derken olayların ve rüyaların seyri de değişir…
Aslında tam bir “What If…” yani “Eğer şöyle olursa” fikrine dayalı bir senaryoyla karşı karşıyayız. Fragmanı görür görmez “Kahretsin, benim aklıma gelmeliydi bu” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Birçok kişi de mutlaka düşünüp de üstüne gitmemiştir tahminen. Aslında bu bir tahmin değil, çünkü benzer bir fikir 2006 yılında internete bomba gibi düşmüştü. “Hiç Bu Adamı Rüyanızda Gördünüz Mü?” diye yazan ve bir adamın robot eskizinin olduğu bir site açılmıştı. Daha sonra dünyanın çeşitli şehirlerinden “Bu Adam”ı gördüğünü iddia eden insanlar türemişti. Bu “This Man” fenomeninin daha sonra aslında bir reklam kampanyasının parçası olduğu ortaya çıkmıştı ama süre zarfında “This Man” isimli bir film projesi yazılmaya başlanmıştı. Her şeyin bir şaka olduğu anlaşılınca proje de iptal edilmişti.
Borgli bu internet vakasını hatırlıyor ama fikir onun aklına başka türlü düşmüş. En başta elinde sadece karakter varmış. Paul Matthews. Çok akıllıca olduğunu düşündüğü bir tez konusuna sahip, ama o tezi yazmaya hep üşenmiş, orta yaşlı, son derece sıradan, pasif ve ezik bir akademisyen. Böylesine silik bir karakterin aniden o çekirdek aile rutininden çıkıp herkesin hayatına girme olasılığı yönetmeni heyecanlandırmış, o dönemde Carl Jung’un kolektif bilinçdışı üzerine yazdığı kitapları okuyormuş, sonra H.P. Lovecraft’in rüyalarla karışık hikayelerini düşünmüş ve o anda ampul yanmış: “Sıradan bir adam herkesin rüyasına girse ne olur?”
İşte böyle… Kimsenin tanımadığı, tanıyanların da pek saygı duymadığı Paul bir gecede viral ve dünya çapında ünlü oluyor. Bu açıdan Woody Allen’ın “Roma’ya Sevgilerle” filminde durduk yere ünlü olan Roberto Benigni’nin karakterini de anımsatıyor. Diğer yandan “İlgi Manyağı”ndaki Signe karakterine benzeyen bir hali de var Paul’ün. Fakat film, kolektif bilinçaltının cilvesiyle gelen bu şöhretin komedisi ve o şöhretin en baştaki sarhoşluk halinden sonra kişiye kazandırdığı yabancılaşma hissiyle yetinmiyor. Giderek tuhaf bir rüya gibi katmanlaşıyor. Rüyalar her daim filmin parçası olsa da gerçeklikten de hiç kopmuyoruz. Paul’den bir marka çıkarmak için uğraşan Michael Cera’nın karakteriyle günümüz reklam dünyasına dair bir parantez açılıyor. Günümüzdeki linç kültürü, çok sevilen birini “cancel”lama sevdası da filmin bir noktasında öne çıkıyor. Oradan varoluş çıkmazlarına savruluyoruz. Rüya gibi başlayan filmimiz yavaş yavaş kabusa evriliyor, komedi yerini trajikomiğe bırakıyor.
Rüyalar beyaz perdede!
Rüya Senaryo’nun en eğlenceli sahneleri şüphesiz farklı farklı insanların gördüğü rüyalar ve kâbuslar. Bunlar yazar-yönetmen Borgli’nin kendi gördüklerinden yola çıkarak yazdığı rüyalar olsa da film ekibi de kendilerinden bazı detaylar katarak bu sahneleri daha da ilginçleştirmişler. Genelde yaratıcı yazarlık kitaplarında ya da senaryo derslerinde rüyalardan kaçının diye yazar; kurgu içinde kurgu, kontrolsüz deli saçması rüyalar dramanın inandırıcılığını ve güvenilirliğini yaralar derler ama “Rüya Senaryo”da konu zaten bu olduğu için rüyalar nefis bir şekilde çalışıyor. Bir de Kristoffer Borgli kısa videolar konusunda tecrübeli bir isim, Vimeo sayfasındaki deliler delisi kısa filmlerini öneririm. En başta da şu an Dream Scenario tanıtımı kapsamında çektiği, kendisiyle, uyurken, rüya görürken yapılan tuhaf röportaj mevcut.
“Dream Scenario”nun en başta Ari Aster tarafından çekilmesi söz konusu olmuş. Ari Aster, İlgi Manyağı’nı izledikten sonra bu filmi mutlaka senaryo yazarının yani Borgli’nin çekmesi gerektiğini düşünmüş. Bir ara başrol için Adam Sandler’la anlaşacaklarmış fakat takvimsel nedenlerden bu iş yatmış. İyi ki de öyle olmuş çünkü Nicolas Cage filme müthiş yakışmış. Cage’in inişli çıkışlı kariyeri, şehir efsaneleriyle çevrili personası, özel hayatı ve zaten sık “meme”leşen bir karakter olmasıyla komple bir “meme” gibi duran bu filmle çok organik bir şekilde bütünleşiyor. Gerçi Cage alışık olduğumuz fiziğinde değil. Ünlü aktörü film boyunca protez bir burunla ve yarı kel bir görünümde izliyoruz. Biraz “Adaptation”daki haline benziyor, film için zaten Charlie Kaufman-esk diyebiliriz.
Film 2023’ün en dikkat çeken filmlerinden biri oldu, Cannes’da gösterildi, favoriler arasına girdi ama bir ödül kazanamadı, yıl sonu kolektif listelerde de pek görünmedi. Açıkçası bunu son çeyreğinde saptığı yöne bağlayabiliriz. Yazar-yönetmen bu noktada filmin metafizik sınırlarını daha da genişletip “Black Mirror” gibi bilimkurgu bir yere götürüyor hikayesini ve filmin kazanabileceği büyük başarıyı ıskalıyor. Borgli neredeyse Miyazaki uçukluğunda bir icat çıkarıyor başımıza ve film biraz deus ex machina gibi zembille inen bu çözümle finale bağlanıyor. Okuduğum yazılarda en çok eleştiri getirilen bölüm burası. Yazar-yönetmen dümeni füturistik fantastik bir yere kırarak filmin klasikleşmesinin önüne geçmiş, adeta kendi ayağına sıkmış. Ama ben buna rağmen filmin ileride kültleşeceğini düşünüyorum.
Çünkü filmin dayandığı fikir ve uygulama oraya kadar harika. Ve son çeyreği bir kenara bırakırsak filmin finali de bir o kadar vurucu. Film o özlediğimiz film süresiyle (102 dakika) sonlanırken Borgli, hikâyenin duygusal eksenine dönüyor ve mükemmel bir çember kurarak karakterin yolculuğunu tamamlıyor… Buradaki sürprizi ele vermek istemem ama göndermeyi daha iyi kavramak için yazının sonuna eklediğimiz Talking Heads’in ‘Girlfriend is Better’ klibini izlemenizde fayda var. Bu klipte David Bryne’in giydiği ceket önemli diyelim şimdilik.
Filmin son jeneriği ise temaya uygun başka bir Talking Heads parçası, ‘City of Dreams’ ile bitiyor… Ardından güzel bir uykuya dalmanızı, gece boyu gördüğünüz rüyaları da sabah hatırlamanızı dilerim. Kolektif bilinçaltını küçümsemeyin ve dikkat edin, belki de gerçekten her gece rüyamızda aynı kişiyi görüyoruzdur… Ve belki de o herkesin gördüğü kişi sizsinizdir!..
Diğer rüya filmler:
Rüyaları ele alan diğer harika filmleri sıralayalım o zaman:
- “The Secret Life of Walter Mitty” (2013 ve 1947): Walter Mitty’nin gündüz düşleriyle karışık dünyasına hoş geldiniz… Hem orijinali hem de Ben Stiller remake’i harikadır.
- “On Body and Soul” (2017): Bu defa aynı kişiyi gören binlerce insan değil, aynı rüyada bir geyik olarak kendilerini gören iki kişi var. Rüyalar, ruh eşliği üzerine olan bu Macar yapımı Mubi’de ve Apple TV’de izlenebilir.
- “Spellbound” (1945): Psikanaliz hakkındaki bu Hitchcock geriliminde rüyalar kilit sahnelerdir ve rüya sahneleri için bizzat Salvador Dali tasarım yapmıştır.
- “Elm Sokağında Kâbus” (1984): İnsanların rüyalarına girip onları öldüren Freddie Krueger kim tanımaz ki? Wes Craven’ın meşhur filmi ve film serisi, kuşkusuz Rüya Senaryo’nun çıkış noktalarından biri ve zaten doğrudan referans da veriliyor.
- “Waking Life” (2001): Richard Linklater’in gerçekten çekip, farklı bir teknikle animasyonlaştırdığı bu film rüyalar üzerine en felsefi deneyimlerden biri olsa gerek.
- “The Cell” (2006): Tarsem Singh’in diğer filmi The Fall gibi, ama daha da bilinçdışına, hem de bir katilin rüyalarına girdiğimiz, deneysel ve derin bir film.
- “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği” (1972): Rüyalar denince akla gelen ilk sanatçılardan biri şüphesiz Luis Bunuel ve onun Oscar’lı klasiği “Discreet Charm of the Bourgeoisie”. Bir ziyafet için toplanan burjuvalarımız sürekli karşılarına çıkan engellerle amaçlarına ulaşamıyorlar. Araya giren rüya sekanslarıyla sürreal ve sarkastik bir çılgınlığın parçası oluyorlar.
- “Paprika” (2006): Animasyon sanatının geldiği en üst düzey olarak anılan ve Inception’a ilham verdiği söylenen bu karmaşık filmde yeni bir makineyle terapistler hastalarının zihinlerine girip rüyaları çalmaya başlarlar. Film yakın zamanda Apple TV’ye eklendi.
- “Aaah Belinda” (1986): Barış Pirhasan’ın harika senaryosu ve Atıf Yılmaz yönetmenliğinde kült bir film. Rüya sahneleri, özellikle dev şampuanla karşılaştığı rüya bir klasiktir.
- “The Science of Sleep” / Rüya Bilmecesi (2006): “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”ın yönetmeni Michel Gondry’den sürreal bir film.
- “Amelie” (2001): Hayalleriyle yaşayan Amelie’yi atlayamayız sonuçta… Filmde de dediği gibi “Bu kadar ölü bir dünyada Amelie hayal etmeyi tercih eder.”
- “Dreams” (1990): Akira Kurosawa’nın sık gördüğü sekiz rüyasından yola çıkarak yazıp yönettiği rüya içinde rüya bir film…