İnceleme

Saykoterapi: Karaçelik’ten “'pulp-fiction'-vari bir hikâye"

“Gişe Memuru”, “Sarmaşık” ve “Kelebekler” ile son dönem sinemamızın en değerli örneklerine imza atan Tolga Karaçelik, yepyeni kara-komedi filmi ile sevenlerini şaşırtıyor: “Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi”. Hazır fırsatını bulmuşken bu dertsiz ve acısız kahkahalar tufanında yerinizi hiç vakit kaybetmeden ayırtmanızı şiddetle tavsiye ederiz.
Aysu Uzer - 21 Nisan 2025
post image

Uzun süredir büyük bir heyecanla beklenen, hatta günler öncesinden biletleri ön satışa açılan film, 18 Nisan’da vizyona girdi. Filmin adını (en azından kısaltılmış haliyle: Saykoterapi) önümüzdeki aylarda sıkça duyacağımız, birbirimize sürekli anlatacağımız ve herkese önereceğimiz şimdiden kesinleşti. Tolga Karaçelik’in pandemi süresince üzerinde çalıştığı, aldığı notlarla yapım süreci yedi hatta sekiz yıla yayılan bu şaşırtıcı proje, aynı zamanda yönetmenin yabancı dilde çektiği ilk filmi. New York’ta geçen ve orada çekilen film, yıldız isimlerden oluşan oyuncu kadrosuyla müstakbel seyircisinin heyecanını daha da artırdı. John Magaro’nun başarısız bir yazar olan Keane’i canlandırdığı filmde, yazar tıkanıklığı yaşayan eşine tahammül gücünün sınırlarına gelmiş eş rolünü Britt Lower; bu muhteşem ikilinin evlilik danışmanı olmak zorunda kalan (!) emekli seri katili ise Steve Buscemi canlandırıyor. Şimdi siz de heyecanlandınız, değil mi?

Bir ilişki öyküsü

Yazar tıkanıklığı yaşayan ama -yazmayı tasarladıklarını dost meclislerinde anlatmaya doyamayan (çok tanıdık bir karakter değil mi?)- Keane, eşi Suzie ile katıldıkları akşam yemeğinde bir neanderthal ile homo-sapiens’in aşkını anlatan romanından bahsederken masadaki dostlarının onunla dalga geçtiğini fark etmeden sohbete devam etmektedir. “Severance”in sevilen oyuncusu Britt Lower tarafından canlandırılan eşi Suzie ise masanın uzak ucundan hiç mimik kullanmayan bir ifade, kin ve nefret dolu bakışlar ve sert kinayeli cevaplar eşliğinde Keane’i seyreder. Yalnızca bu aşk dolu bakışlardan bile anlayabileceğimiz filmin temel sorunu, bize çok geçmeden yaşanacak olay zincirini başlatan halkayı verir: Hayata karşı hiçbir becerisi olmayan eşine artık hiç tahammülü kalmamış bir kadının sinir krizinin eşiğinde ettiği dans.

Yüzlerce kişilik yemek yapacakmışçasına durmak bilmeden soğan doğrarken ‘Killing Me Softly’ şarkısı ile ulaştığı son damlada patlayan ve elindeki soğanlı bıçakla boşanmak istediğini söyleyen bir kadının… Ki bence en iyi sahnelerinden biriydi filmin. Karşımızdaki tablonun parlayıp sönen trafik ışıkları, küçük bir intihar ve cinayet teşebbüsü gibi görülse de buz dağının görünmeyen yüzü çok derine uzanıyor.

Karaçelik, çok uzun süre yaşayan son neanderthal ve homo-sapiens arasında geçen bir aşk filmi yapmayı tasarlamış. Bu filmin sessiz ve diyalogsuz olması, uzun seneler üzerinde çalışsa da pek bir yere varamamasına sebep olmuş. Yönetmenin artık “o başarısız bir senaryoydu” diyerek tanımladığı projesi ile Keane’in yeni romanı birebir aynı ilişkiyi konu alıyor: Gün boyu kavga eden bir çift, gece olduğunda uyurken soğuktan donmamak için mağaralarında birbirine sarılarak uyur.

Kulağa anlatılmaya değer, keyifli bir romantik hikâye gibi gelse de Keane’in editörü bu hikâyeyi “yeterince seksi” bulmadığı için onaylamaz. Ona eski kitabında olduğu gibi “bildiği bir şeyler üzerine yazmasını” tavsiye eder. Ancak Keane’ın heyecana kapılıp röportaj sırasında “bu aslında benim ananemin hikâyesi” diye tanıttığı ilk romanı, Moğollar hakkındadır ve işin doğrusu, Keane’ın ananesi de ailesi de doğma büyüme buralıdır ve ülkeden hiç çıkmamıştır.

Elbette, filmin başındaki bu miniminnacık anektod, başrolümüzün önüne çıkan sorunları nasıl da kusursuzca-başarılı bir biçimde çözebileceğine dair biz seyircilere önemli tüyolar veriyor.

New York sokakları

Filmin öyküsünün seri katil hikâyeleri ve evlilik danışmanları üzerine sıkça düşündüğü bir dönemde doğduğunu söyleyen Karaçelik, daha yazım sürecinde filmin New York’ta çekilmesini tasarlamış. Filmin dokusu ile New York’un muhteşem eşleşmesi bir yana, oyuncuların rolleri için olabilecek en doğru tercihler olduğu da tartışmaya -neredeyse- kapalı. İngilizce çekilen filmin, emekli seri katil rolüne Bustemi’yi eklemesi de senaryonun işleyişinde tahmin edebileceğimiz, karşılaşmamız muhtemel absürtlüklere dair minik bir sürpriz habercisi diyebiliriz.

Tahmin edemediğimiz kısım ise, bu başarısız yazarın (dört yıldır aynı roman üzerinde çalışan ama asla yol alamayan, aldığı tek ödül bir üniversite kulübünün “ilham verici yazar ödülü” olan yazar) sıkı bir takipçisi olacağı ve bu sıkı takipçinin Keane’e bir seri katil hakkında yazması önerisinde bulunacağı. Emekli bir seri katil, bizzat kendisi, Kollmick.

Bir seri katil üzerine yazması, hatta bu yazım süreci için Kollmick’in kendisine danışmanlık yapması tekliflerini fevkalade sarhoş karşılayan Keane, onu kendisinden ayrılmak isteyen eşi Suzie ile yaşadığı eve davet eder. Yanlış anlaşılmalar silsilesinin geri alınamayan bu ilk adımı, hayata karşı hiçbir çabası olmadığına inandığı eşinin bir evlilik danışması bulmasını sevinçli bir şaşkınlıkla karşılayan Suzie, romanını asla yazamayacağını bildiğimiz ancak nur topu gibi yeni bir konu edinmiş Keane ve aldığı iki yeni danışmanlıkla kariyerine yeni bir boyut kazandırmış emekli Kolmick’in kahkahalarla dolu macerasının başlangıcı olur.

Bu noktada özellikle belirtmek isterim ki, lütfen kahkahalarınızı tutmayın! Çünkü Karaçelik, filmin prömiyerinin ardından gerçekleştirilen söyleşide, “Film, ilk defa bu kadar büyük ve önceki filmlerimi de bilen kişiler tarafından izlendi. Bu yüzden gülmemek için seyircinin kendisini kastığını fark ettim, bunun bir komedi olduğunu ve gülünebileceğini fark etmeniz için biraz zaman geçmesi gerekti. İlk kahkahayı duyana kadar hepinizden nefret ettim!

Ama sonra sizden ilk kahkahayı duyunca evet dedim, evet işte bizim seyircimiz!” diyerek, olabilecek en tatlı ve nüktedan ifadelerle önceki filmlerini bilen seyircilerin bu filme -gereksiz bir ciddiyetle- yaklaşmalarını istemediğini belirtti. Zaten şöyle bir geriye dönüp bakacak olursak, Karaçelik her yeni filminde bir öncekinden bambaşka bir işle karşımıza çıkarak bizi şaşkınlık ve hayranlık arasında salınan halde salondan uğurlamadı mı?

…ve ölü bir kedi

Evlilik danışmanlığı için çiftin evlerine doldurulmuş-ölü bir kedi (bir koluna oyuncak bebek eli eklenmiş) ile gelen ve ona uzun uzun bakmalarını isteyen Kollmick’in bu akıl almaz yöntemi, kısa süre içinde ikilinin sorunlarını dile getirebilmesine olanak sağlıyor. Bu iletişim zeminine, Keane’ın eşine en sevdiği yemeği hazırladığı sahneler de eklenince ilişkinin aslında -ilk sahnedeki kadar- tüketilmiş olmayabileceğini düşünmeye başlıyoruz, ki tam da o anda mutfak tezgahında “toksikoloji” kitabını bulan Suzie kuşkuyla sofraya oturuyor. Keane ise ona Tom Waits’in ‘Dead and Lovely’ şarkısını açarak dans etmeye başlıyor.

Ayı yakaladığını sanıyordu- She thought she had the moon
Onun cebinde- In her pocket
Ama şimdi o öldü- But now she’s dead
O çok ölü- She’s so dead
Şimdi sonsuza kadar ölü ve güzel- Forever dead and lovely now

Daha güzel bir yanlış anlaşılmalar komedisi düşünülebilir miydi? Tom Waits’in akıllardan çıkmayan muhteşem şarkısı eşliğinde yanlış anlaşılmalar ve absürtlükler silsilesine dönüşen film kısa zamanda bir lama, Arnavut bir silah satıcısı ve resepsiyon görevlisini de bu kaotik sarmala katıyor. Filmin tüm sorunlara eklediği tek nihai soru ise yeterinde tatmin edici: “Kötü giden bir evliliği ancak bir cinayet mi kurtarabilir?”

Karaçelik’in “pulp-fiction”-vari bir hikâye olarak tanımladığı yeni filmi izleyicilere; Fargo, Woody Allen, Coen Kardeşler, Wes Anderson ve daha nicelerine gönderdiği nüktedan saygı duruşları ile günlük yaşamın göğüs kafesimize yüklediği ağırlıklardan birkaç saat olsun azad olup derin bir nefes alma ve bol bol kahkaha atma imkânı veriyor.

Kahkahalarınız bol olsun!

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans