Şehirlerin sesleri, bir araya gelerek o şehrin farkını ortaya koyan melodiler çıkarıyor yüzyıllardır. Her bir şehrin toplumsal yapısı, coğrafi konumu ve kültürel dokusu, kendine özgü müzik türlerinin doğuşuna da zemin hazırlıyor. İstanbul’dan New Orleans’a, Nashville’den Berlin’e kadar sayısız şehir, bu unsurların bir araya gelmesiyle kendine ait müzikal kimlikler geliştirmeye de devam ediyor. Kimisi sıcak iklimlerin ritimleriyle dans ederken, kimisi toplumsal sorunları notalara dökerek bir isyanın sesi olma görevi de üstlenirken şehirlerin kendine özgü müzik türlerinin nasıl doğduğunu, hangi toplumsal ve kültürel dinamiklerden etkilendiğini birlikte keşfe çıkıyoruz.
Batıkan BAKSI / [email protected]
Dünyanın dört bir yanında şehirler, aslında kendilerine özgü kaoslarıyla ve sesleriyle tanınır. Şehirlerin kendilerine özgü sesleri, o bölgenin kendine has müzikal kimliklerini de yaratmalarına yardımcı olur esasında. Bu müzikal kimlikler de hiç şüphesiz; coğrafi özellikler, demografi, kültürel alışverişler ve kentlerin dinamik yapılarıyla da şekillenir. Özellikle kozmopolit bir şehirde yaşıyorsanız ya da oraya geçici bir süreliğine gitmişseniz, müzik bakımından çok geniş bir yelpazenin ortağı olursunuz. Her köşeden yükselen farklı sesler hem rengarenk bir kuşak oluşturur hem de orada yaşayan insanların kimlikleri hakkında bize ipuçları verir. Fatih Akın’ın şaheseri “Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul”un girişinde Siya Siyabend’den Bizon Murat şöyle söyler: “Konfüçyüs der ki; yeni gittiğiniz bir yerdeki kültürü, derinlikleri, sığlıkları anlamak için o ülkenin müziğini dinleyin.” Aslında bu söz, bugünkü yazının da temelini oluşturuyor. Çünkü biz bir ülkenin ya da bir şehrin hakim ya da alt kültürüne ait müziklerini dinlediğimizde orası hakkında büyük oranda fikir sahibi olabiliriz. Hele ki bu müzik türü, belli deneyim ve yaşam öykülerine dayanıyorsa tadından yenmez. Peki şehirlerin müzik akımları üzerindeki etkileri neler? Gelin buna bazı örnekleriyle birlikte göz atalım!
New Orleans ve caz: Coğrafyanın ve kültürel çeşitliliğin harmanı
Amerika’nın Louisiana eyaletinde yer alan New Orleans, caz müziğin doğum yeri olarak bilinmesiyle meşhur. Mississippi Nehri’nin kıyısında konumlanan bu şehir, 18. ve 19. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanından göçmenleri ağırladı. Belli bir tarihsel süreçte alınan bu göçlerin ardından şehirdeki nüfus çeşitliliği, Afrika kökenli Amerikan, Fransız, İspanyol ve Karayip kültürlerinin bir araya gelmesini sağladı. Farklı seslerin çoğalması da cazın olgunlaşması için bazı şartları da beraberinde getirdi. Mesela New Orleans’ın ticaret ve göç yollarının merkezinde olması, bu şehri farklı müzikal ve kültürel etkilerin kesişim noktası yaptı. Aynı zamanda New Orleans’a Afrikalı kölelerin taşıdığı ritmik ve melodik unsurlar, cazın temel yapı taşlarını oluşturdu. Bu kadar farklı uluslara sahip olan göçmenler bir araya gelip hem üreticilik hem de dinleyicilik görevi görünce çeşitli etnik kökenlerden oluşan bu profil, cazın doğmasını ve hızla popüler hâle gelmesini sağladı.
Detroit ve Motown: Endüstriyel şehirlerin müzikal ruhu
Detroit Michigan, Amerika’nın otomobil endüstrisinin kalbi olduğu kadar müziğin de kalıcı bir mirasa sahip olduğu şehirlerden aynı zamanda. 1960’larda Berry Gordy’nin kurduğu Motown Records, şehirde yeni bir müzik türünün doğmasını sağladı. R&B ve soul müzik, Detroit’te Motown adı altında yeni bir kimlik kazandı ve tüm dünyaya yayıldı. Endüstriyelliği buram buram yaşayan bu şehir, işçi sınıfının oldukça yoğun bir nüfusa sahip olduğu bir şehirdi. Bu da hem dayanışmayı yaşatıyor hem de müzikte birleştirici ve enerji dolu bir tarzın oluşmasına zemin hazırlıyordu. Durum böyle olunca, müzik yapmaya başlayan insanların da çoğalmasıyla az önce de bahsettiğim Motown Records gibi plak şirketleri de yerel yetenekleri destekleyerek Detroit’in müziğini küresel boyuta taşıdı. Tabii bir de işin içinde şehrin büyük kısmını oluşturan genç nüfus olunca özellikle R&B, gençler tarafından sıkı bir şekilde benimsendi. Motown ve Detroit denilince bugün bile akla Stevie Wonder, Diana Ross, Marvin Gaye gibi ikon isimler geliyor ve Detroit hâlâ Amerikan müziğindeki önemli konumunu taşıyor.
İstanbul ve Arabesk: Göç ve kentleşmenin müzikal ifadesi
Yazıya girerken “Crossing the Bridge”den bahsetmiştim. Belgesel, İstanbul’un müziğini büyük oranda anlatmış olsa da İstanbul, bugünden yarına gündeminin değiştiği bir şehir olduğu için tek bir müzik türüyle anlatılamayacak bir metropol aslında. Bu yazıda da arabesk haricinde birkaç müzik türüyle kendisine tekrar değineceğim o yüzden. Türkiye’nin kültürel başkenti olarak tanımlanabilecek İstanbul’un, arabesk müziğin doğuşuna büyük katkıda bulunduğu hiç şüphesiz. Bilhassa 80’lerin Türk filmlerinde sık sık duyduğumuz “Seni yeneceğim İstanbul” sözü bana en kült arabesk sözlerden biri olarak geliyor. Çünkü nihayetinde her gelen bu koca şehri yeneceğini dile getirse de günün sonunda İstanbul, herkesi adeta yere seriyor. Durum böyleyken de İstanbul’un arabeskin gelişimine verdiği katkı 60’lardan beri sürüyor. 1960’lardan itibaren kırsaldan İstanbul’a göç eden milyonlarca insan, kentte kendine ait bir ses arayışına girince aslında arabeskin de fitili ateşlenmişti. Nitekim bu dönemde, iç göçler nedeniyle oluşan yeni kentli profili, arabesk müziğin temel dinleyici kitlesini oluşturdu. Kırsaldan gelen insanların büyük bir kentte aidiyet bulma çabası, arabeskin melankolik ve duygusal yapısını şekillendirdi. Genellikle işçi sınıfından, kenar mahallelerde oturan ve kendi tanımlarıyla “feleğin sillesini yemiş” kesim arabeske büyük bir ilgi duydu. Üstüne bir de bu göçlerin sonucunda İstanbul’daki geleneksel yaşam tarzı ile modern kent yaşamı arasındaki çatışma boy gösterince bu çatışmalar, arabeskin lirik dünyasında da kendini gösterdi. Bunun ardından arabesk “ötekilerin müziği” hâline geldi. Zaman içinde dönüşümlere uğrasa da arabesk bugün pop, rock ve rap müzikle birlikte yeni üretimlerle karşımıza sık sık çıkıyor.
Nashville ve Country: Kırsal mirasın şehirdeki yankısı
Dünyada country müzik denildiğinde akla ilk gelen şehirlerden birisi de Amerika’nın Tennessee eyaletinde bulunan Nashville. Nashville’in kırsal yapısı ve Amerika’nın güney kültürüne bağlılığı, country müziğin doğal bir evi hâline gelmesini sağladı. Özellikle 1920’lerden itibaren radyo yayınlarının artmasıyla Nashville’de country müzik epey yayıldı. Elbette bunda Nashville’in kırsal yaşamının payı büyüktü. Neticede geçmişten gelen bir miras vardı, bu da country müziğin hikaye odaklı ve nostaljik yapısını besledi. Bu yayılımın bir diğer sebebi de Nashville’in nüfus ve dinleyici profilinden başka bir şey değildi. Şehrin kent profili, kırsal kökenli Amerikalılar ve Güney kültürüne yakın insanlar olunca bu müzik, onların üzerinde bir çekim alanı yarattı.
Ankara ve protest müzik: Politik ortamın müzikli yansıması
Ankara da aslında tıpkı İstanbul gibi bipolar bir müzik akışına sahip en önemli şehirlerden biri. Hatta zaman zaman İstanbul ile yapılan karşılaştırmalara müziği de dahil ettikleri için “kimin müziği daha gerçekçi” tartışmaları da yapılmıyor değil. Ancak ben bu kıyaslamalara hiç dahil olmadan ikisinin de ortaya koyduğu nefis müziklerin tadını çıkarmayı tercih ediyorum. Ankara’ya genelde gri şehir yakıştırması yapıldığından, müziklerine de bu grilik yansımıyor değil tabii. Mesela Ankara’nın rock’ı da daha karamsardır, hatta Ufuk Önen’in yönetmenliğinde çekilen “Gri Değil Siyah: Ankara Rocks!” belgeselinde de bu konu en ince ayrıntılarına kadar ele alınmıştı. Ama ben birçoğunun aksine bu yazıya Ankara’nın rock’ını değil protest müziğini konu etmeyi daha uygun buldum. Çünkü Ankara, Türkiye’nin olduğu gibi protest müziğin de başkenti. 1970’lerde ve akabinde 1980 Askeri Darbesi’yle birlikte ülkenin politik çalkantılarla geçen döneminde, birçok sanatçının sesi Ankara’dan çıkan protest müzikle duyulur hâle geldi. Özellikle üniversite gençliği ve entelektüel çevreler, protest müziğin temel dinleyici kitlesini oluşturdu. Başkent olarak Ankara, siyasi olayların merkezinde bulunduğundan, politik konuların müzikle ifade bulması zaten kaçınılmazdı. Üniversite öğrencileri ve siyasi ideolojiler çevresinde bir araya gelen gençlik toplulukları, protest müziğin doğup yayılmasında önemli bir rol oynadı. Tabii o dönem bir de sanatçıların toplumsal eleştirilerini müzikle ifade etmesi, protest müziğin temelini oluşturdu.
Berlin ve elektronik müzik: Özgürlük ve yaratıcılık bir arada!
Berlin deyince zihinlerde birçok farklı şey belirse de özellikle müziğinden bahsedeceksek “Küçük İstanbul” Kreuzberg dolaylarına bakınca Türkçe Rap’ten, şehir merkezine gittiğimizde ise elektronik müzikten bahsetmemiz gerekiyor. Zira Berlin, dünyada elektronik müziğin kalbi olarak anılıyor. Bunda en büyük payı olan olay ise 35 yıl kadar önce meydana gelen Berlin Duvarı’nın yıkılması. Duvarın yıkılmasıyla birleşen ve büyük bir özgürlük ortamıyla karşılaşan Berlin, teknolojinin de nimetlerini kullanarak dünyaya elektronik müziğini ihraç etmeye başladı. Elektronik müzik, şehrin duvarın yıkılışından sonraki yeni kimliğiyle özdeşleşti ve dünya çapında tanınan bir sahne oluşturdu. Şehirdeki özgür kulüp sahnesi ve yaratıcı sanatçılar, elektronik müziğin gelişimini hızlandırdı. Ortada bir engel kalmayınca küresel bir çekim alanı hâline gelen Berlin, farklı ülkelerden gelen sanatçıları ağırlayarak çeşitliliği artırdı ve elektronik müziğin büyümesini de destekledi.
Rio de Janeiro ve Samba: Coşku ve ritim burada
Brezilya’nın kültür lokomotifi olan Rio de Janeiro, samba müziğinin evi olarak biliniyor. Şehrin tropikal iklimi, renkli festivalleri ve zengin kültürel yapısı, samba müziğinin doğuşuna ve yayılmasına katkıda bulunan temel faktörlerin başında geliyor. Bu yayılmadaki en güçlü sebep de Afrika kökenli ritimlerin Rio de Janeiro’ya taşınması. Bir de bölgenin dünya genelinde en meşhur etkinliklerinden birisi olan Rio Karnavalı, samba müziğini kutlamaların merkezi haline getirerek uluslararası çapta tanınmasını sağladı. Halkı da oldukça neşeli olan bu ehirdeki coşkulu atmosfer, sambanın halk danslarıyla iç içe geçmesine ve geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmasına olanak tanıdı.
İstanblues ve rock: Şehrin asi ruhu
Bulutsuzluk Özlemi, 2009 yılında çıkardığı “Zamska” albümünde İstanbul için muhteşem bir kelime kullanıp ‘Istanblues’ şarkılarını yayınlamıştı. Bu kavramı çok sevmiştim çünkü İstanbul’a blues ve rock müzik de inanılmaz bir uyum sağlıyordu. İstanbul, yapısı gereği asi bir şehirdi hâliyle bu şehre de asi müzikler çok yakışırdı. Zaten Türkiye’de rock müziğin geliştiği en önemli merkezlerden biri olarak öne çıkan İstanbul, bunu gençlik ruhuyla birleştirip Türkçe Rock’ın kendine has kimliğini yaratması için çok önemli bir rol oynadı. Beyoğlu ve Kadıköy gibi semtler, özellikle 90’larda yeraltı müziğin ve rock kültürünün merkezi hâline geldi. Bunda 1980 sonrası kuşağın, İstanbul’un modernleşme sürecinde bir alternatif olarak rock müziğe yönelmesinin payı büyüktü ve ayrıca İstanbul’un ünlü barlarıyla kulüpleri, yerli rock gruplarına sahne sunarak rock kültürünü güçlendirdi. Akabinde şehirdeki toplumsal değişim süreci, rock müziğin yenilikçi yapısıyla birleşti ve şehre özgü bir tarz oluşturdu. İstanbul’un çok kültürlü yapısı ve Türkiye’nin yüzünü iyice batıya çevirdiği özellikle 80’lerden itibaren olan süreç, özellikle rock müziğin yayılmasına zemin hazırladı. Rock müziğin yanında caz ve blues da İstanbul’u etkisi altına alan müzik türlerinden ikisiydi. Özellikle 1990’lardan itibaren İstanbul Caz Festivali gibi etkinliklerin düzenlenmesi, şehirde caz müziğin yayılmasını sağladı. Şehrin çok kültürlü yapısı, Asya ve Avrupa’yı birleştiren stratejik konumu sayesinde caz ve blues İstanbul’da farklı bir kimlik kazandı. İstanbul’un kozmopolit yapısı ve kültürel çeşitliliği, cazın yenilikçi ve doğaçlamaya dayalı yapısını destekledi. İstanbul Caz Festivali, Nardis Jazz Club gibi mekânlar, yerel ve uluslararası caz sanatçılarının bir araya gelmesini sağladı. Özellikle eğitimli ve modern kesimin caz ve blues’a yönelimi, İstanbul’da bu türlerin gelişimini hızlandırdı.
Manchester ve Britpop: İşçi sınıfı kültürü ve yeni bir dalga
İngiltere’nin sanayi kenti Manchester için 1990’larda Britpop’un merkezi denilebilirdi. Zaten harika gruplar çıkarmasıyla da meşhur Manchester; işçi sınıfının yoğun olduğu bir kentti ve Oasis, The Smiths, Joy Division gibi grupların doğduğu yer olarak tanınıyordu. Dolayısıyla bu grupların da verdiği ilham Britpop’un geleceği için oldukça parlak istikbal vadediyordu. İşçi sınıfının yaşadığı sorunlar, kısa süre içerisinde Britpop’un başkaldıran ve halkın sesi olan bir kimlik kazanmasına yol açtı. Manchester’daki gençler, punk rock ve yeni dalga akımlarına duyduğu ilgiyle Britpop’un temel dinleyici kitlesini oluşturdu. Şehirdeki Factory Records ve Hacienda gibi mekanlar, yerel müziğin gelişimini destekleyerek Manchester’ın müzik sahnesine katkıda bulundu. Bu yükseliş de ister istemez Britpop’un en şaşalı dönemlerini Manchester’da yaşamasını sağladı.
Yukarıda yazdıklarım dünyaya damgasını vurmuş müzik türleriyle eşleşen şehirlerin sadece çok küçük bir kısmı. Üzerinde yaşadığımız bu dünyadaki her şehir, kendi hikayesini müzik aracılığıyla global arenada duyurabiliyor. İstanbul’un çok kültürlü rock ve caz sahnesinden Memphis’in blues ruhuna, şehirlerin müziği şekillendiren kendine özgü faktörleri var ve bu faktörler dönemsel şartlara göre de sürekli değişiyor aslında. Bu dönüşümler bugün olduğu gibi gelecekte de tarihin seyriyle birlikte yaşanmaya devam edecek ve belki de hiç beklemediğimiz şehirlerde hiç beklemediğimiz müzik türleri hüküm sürecek. Yaşayalım görelim.