Yenilikten hiç vazgeçmeyen, her sene yaptığı albümlerle hem sevenlerini hem de Türk Rock dinleyicilerini mutlu eden Taner Öngür ile Tantana Records etiketiyle gelmekte olan yeni albümü “Elektrik Gramofon 2”yi bahane ederek uzunca bir sohbet ettik. Hem Heybeliada’daki yaşamını, hem günümüz müzik sektörünü hem de Anadolu Pop & Rock’ın bugünkü durumunu konuştuğumuz söyleşimizde Öngür, yeni kuşağın gelecekte çok iyi şeyler yapacağına inandığını da söyledi. E hadi o zaman Taner abimizin sesine bir kulak verelim!
Batıkan BAKSI / [email protected]
Taner abi merhaba! Uzun zaman oldu bu şekilde konuşmayalı. Hızlıca yeni albümünüz “Elektrik Gramofon 2” ile başlamak istiyorum. Albümün çıkış noktası neydi? 2017’de albümün ilk hâlini dinlemiştik, 7 yıl sonra yenisini çıkarmaya nasıl karar verdiniz?
Şöyle oldu, aslında ben söz ve müziği tamamen bana ait şarkılardan oluşan bir albüm yapacaktım. ‘Stop’ diye bir şarkı vardı mesela, çok hızlı yaşadığımızı anlatan. Daha protest tarzda bir şeyler yapmayı düşünüyordum. Ama sonra düşündüm, biraz alakasız kaçabilir dedim. 2017’de çıkan “Elektrik Gramofon” da çok sevilmişti, tabii milyon satmamıştı ama (gülüyor) içindeki şarkılara bakıyorum mesela ‘Zehra’, bugün bile Spotify’da çok sevilen şarkılardan. Dedim ki “o zaman Elektrik Gramofon 2’yi yapayım, diğer projeye sonra devam ederim”. Geçen kış oturdum, uğraştım şarkıları çıkardım.
Elektrik Gramofon, 1930’ların İstanbul şarkılarının bugün yeniden hayat bulmuş şekliydi aslında. Elektrik Gramofon 2’nin, ilkinden ne gibi farkları var? Yoksa direkt olarak seri hâlinde mi ilerlediniz? Şarkılar hakkında biraz detay alsak mı 🙂
Evet, aslında konseptin ikinci albümü bu; aynı konseptte hazırlanan başka şarkılar. Nasıl ki ilk albümde eski İstanbul şarkılarının bugünkü düzenlemeleri varsa, bu albümde de aynı şekilde oldu. Mesela Zeki Müren’in ‘Berduş’ diye bir şarkısı var, onu biraz 6/8’lik, hard rock ve heavy metale yakın bir şekilde düzenledim. ‘Misirlou’ var, onun çeşitli versiyonlarını aynı şarkıda bir araya getirdim. Hem Zeki Müren’in Türkçe sözlerle söylediği hâli bulunuyor içinde, Dick Dale tarzı surf bir bölüm var, sonra biraz yavaşlıyor falan. Ama esasen en ilginç parçayı Gökhan Akçura’nın “Gramofon Çağı” kitabında yazdığı bir yazıdan yaptım. 1933 yılında Son Posta Gazetesi’nin bir yazarı o zamanlar sinema olan Süreyya Operası’na gidiyor, operet var diye. Ertesi gün olan biteni bir şiir olarak gazeteye yazıyor. Epey mizahi bir dille tabii. 1933 yılında Kadıköy’deki güzel kadınlardan bahsediyor mesela. Sinemanın müdürü de Nazım Hikmet’in babasıymış. “Haydi gidelim şu oyunu seyredelim” deniyor şiirde, “Ömer Aydın, Toto’ya aşık” deniyor. Toto da Cem’in (Karaca) annesi Toto Karaca. Bu tip şeyleri görünce mizahi besteler yapayım dedim. Biraz “Elektrik Gramofon” biraz da “Asrî Sada” ayarında bir albüm oldu. Bugünlerde Paşabahçe Vapuru’nu görüyoruz, hakkında 70’ler sonunda yapılan bir şarkı vardı onu cover’ladım. Serap (Yağız), onda vokal yaptı. İlkinde eğlenmiştim, bunda da çok eğlendim açıkçası. Bir de ilk albümün plak baskıları tükendiği için Reha (Öztunalı), onu da basıp isteyenin ikisini birden set olarak alabilmesini sağlayacak. Sene sonuna kadar çıkacak gibi gözüküyor.
Peki daha önceki albümlerde de beraber çaldığınız 43.75 ile mi kaydettiniz bu albümü de, kadro aynı mı?
43.75 projesi bitti. Ben tek başıma yaptım tüm albümü, canlı grup çalışmasını bıraktım. Çünkü şu yüzden olmuyor: Süreçler çok uzun oluyor, konser veremiyoruz. Grubun üyelerini adaya toplamak da zor bir eylem. Bu yaştan sonra amfi taşı, ses ayarı yap, tonmaister’lık yap… Bu tür şeyler bana zor geliyor. Bu tür aksiyonlar, kitlesi olan büyük gruplar için kolay. O yüzden evde butik kayıtlar yapmayı tercih ediyorum.
“Ben sound’un nasıl tınladığına değil de müzikteki samimiyete inanıyorum…”
Bilen biliyordur zaten siz her sene çıkardığınız albümleri mutlaka plak olarak fiziksel baskıyla kalıcı hâle getiriyorsunuz. Analog ve dijital dünyaları da birleştirmek gibi bir şey bu. Kullandığınız ekipmanların da epey klasik olduğunu biliyorum. Peki dijital bir dünyada analog sesler yaratmak size nasıl bir tatmin sağlıyor? Daha doğrusu illa analog ya da dijital gibi ayrımlar yapıyor musunuz?
Genellikle klavye, sample gibi dijital şeyler kullanmıyorum, daha çok elimizle çalınan gitar, davul, bas gibi enstrümanlar var; o yüzden analog gibi hissettiriyor olabilir. Yoksa her şey dijital kayıt. Analog kayıt yapacak bir ekipman bulmak hem çok zor hem de çok pahalı. Bilgisayarda bir arayüzle kaydediyor olmak çok daha kolay. Ama şarkıların ruhu 60’lar, 70’lere ait olduğu için o şekilde tınlıyor aslında. Hissedilen o sıcak havayı tamamen fiziki enstrümanlar veriyor. Analog kaydın en uç noktasını Moğollar ile Hollanda’da yaptığımız Direct-to-Disc sistemiyle gerçekleştirdik aslında. Ben sound’un nasıl tınladığına değil de daha çok müzikteki samimiyete ve duyguların yansımasına inanıyorum. Yani sound’dan çok yaşanmışlıklar önemli bence.
Biraz da aslında günümüzün müzik dünyasından konuşmak istiyorum. 15 yaşınızdan beri müziğin içindesiniz. Bu hem üretim hem de prodüksiyonu da içine alıyor. Aslında her dönem kendi ruhunu yaşatıyor ama artık biraz farklı bir müzikal süreç var gibi. Siz müziğin bugünkü hâli hakkında neler düşünüyorsunuz? Gözlem yapmaya devam mı mesela?
Aslında eskiden de müzik, sanıldığı kadar özgür değildi ama bugünün müziği hiç özgür değil. Piyasanın durumu, ülkenin sosyal yaşantısı tamamen bunları etkiliyor. Hip-hop dünyasında biraz özgür çıkışlar var aslında rock’ta da çok iyi şeyler vardı ama son 1-2 yıldır inanılmaz bir poplaşma söz konusu. Pop daha çok öne çıktı, bu hiç hoşuma gitmiyor. Zamanın ruhu da böyle bir şey esasında. Pop, açıkçası bana göre samimi olmayan bir tür. Ama bunun yanında da çok iyi müzisyenler çıkıyor, müzik eğitiminin seviyesi yükseliyor. Caz, rock, halk müziğinde harika insanlar görüyoruz ama seslerini duyuramıyorlar. Para yatırılan projeler karşılığını alıyor mesela. Klipler yapılıyor, sosyal medya PR’larına başlanıyor ama o zaman da X’te linçler başlıyor, kimisi de çok seviyor. Çelişki içinde bir piyasa yani. Bir ara vardı ya dijital platformlar için konuşuyorlardı, çok demokratik falan diye. “Şarkını koyuyorsun, halk severse kimse önünde duramaz” diyorlardı. Öyle kolay patlayan bir şey yok günümüzde. Biraz TikTok kültürü aslında. Bence bu bir geçiş dönemi. Ama umutsuz değilim, çok iyi müzisyenler yetişiyor. Sadece müzik alanında da değil, illüstrasyon alanında, sinemada vs. Harika bir genç kuşak var ve hepsinin iklime bağlı olarak yeşereceğini düşünüyorum.
Peki son yıllarda radarınızda olan isimler kimler?
Adamlar, benim en sevdiğim gruplardan; çok iyi şeyler yapıyorlar. Duman hâlâ çok iyi, mor ve ötesi aynı şekilde. Bu arada dikkatimi çeken ve çok iyi üretimler yapan gruplardan biri de Yasak Helva. Salih Korkut Peker, büyük bir usta gerçekten, ekip de çok başarılı, bence nefis çalışmalar ortaya koyuyorlar. Serkan Fidan’ın Moğollar şarkılarını birçok farklı müzisyen ve gruba cover’lattığı projeyi de çok seviyorum; gençler harika işler çıkarıyor bu arada.
“Anadolu Pop & Rock henüz misyonunu tamamlamadı ama bazı şeyleri durmadan tekrar etmenin anlamı yok…”
Belki de size en fazla sorulan sorulardan biri Anadolu Pop / Rock ile alakalı sorulardır. Bir keresinde konuşurken “artık Anadolu Pop’u rahat bırakmak lazım” demiştiniz. Ama bir yandan da yeni nesil bu müzikten kopamıyor hatta yeni isimler çıkıp kendince yeni Anadolu Pop / Rock şarkıları yapıyor. Sizce bu özgün bir duruş mu yoksa geçmişin mirasını tüketmek mi?
Genellikle geçmişin mirasını yemek gibi oluyor. Onu da şu açıdan söylüyorum. Mesela benim yaptığım “Sayko Ana” albümü vardı biliyorsun. Sayko Ana’da kayıp, unutulmuş türküleri saykedelize yaptım ve bu kavramın içi boşaltıldığı için gönül rahatlığıyla kullanabiliyorum dedim hatta. Anadolu Pop ve Anadolu Rock ile ilgilenen arkadaşların eskiden yapılmış şeyleri tekrarlamak yerine, halk müziğine ve türkülere içtenlikle iyice bir bakmaları gerekiyor. Ben bunu yaptıklarını düşünmüyorum. THM’deki türkülerde o kadar ilginç müzikal olanaklar var ki, progresif çalışmalar için ya da daha farklı türler için. Çok bakmıyorlar oraya; işte Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar diyorlar. O dönemin sound’una benzetmek dışında pek bir şey yapılmıyor. Halbuki incelemeye girseler şapka çıkarırım. Ben kendi adıma öyle bir deney yaptım. Türküleri alıp düzenlemeler yaparak Sayko Ana’ya bir sürü ipucu ekledim. Ben başlangıç noktalarını koydum o şarkılara, bu dönemde Anadolu Pop yapmak isteyenlerin yararlanabileceği şekilde. Oralardan yola çıkarak kendileri de çok ilginç şeyler yapabilirler. Özellikle İç Ege türküleri muhteşemdir, türkülerin hikayelerini, çıkış noktalarını, bunları araştırmak çok önemli. Yapılacak çok şey var aslında. Anadolu Pop / Rock henüz misyonunu tamamlamadı ama belirli şeyleri durmadan tekrar etmenin bir anlamı yok açıkçası. İçine dalmak lazım. Mesela Avustralyalı bir grup vardı King Gizzard and the Lizard Wizard. Onlar çok ilginç şeyler yaptı. Bizim müzisyenlerin de biraz kafa patlatması ve derine dalmalarında çok yarar var. Alıp illa ki türküleri çalmalarına gerek yok. O müzikal imkanlardan yararlanıp öyle bir sound yaratıp, oralardan iyi yolculuklar yapabilirler. Belki “Sayko Ana 2”yi de çıkarmak gerekir kim bilir? (Gülüyor)
Siz de aslında bağımsız müzik yapan bir müzisyensiniz ve aslında (sizi de iyi bildiğim için) hayatınız boyunca bir plak firmasına bağlı kalma fikrine çok uzaksınız. Peki sizce bugün bağımsız müzik gerçekten bağımsız mı? Yoksa orada da belli dinamikler, müzisyenlerin önüne geçiyor mu?
Evet hep öyleydi, hep de öyle kalacak. Tantana Records ile birlikte bağımsızım aslında ben. Böyle iş birlikleri bence daha mantıklı. Bir de kafalarımız da uyuştu ve bu iş birliğinin içinde Ayyuka gibi gruplar da var. Güç birliği oluşunca iş yürüyor. Fakat iş sadece para kazanmak, kâr etmek gibi şeyler olunca şirketler de sanatçıları bir şekilde kullanıyor. O zaman durum tatsızlaşıyor işte. Sorun bu. Böyle bir sorun olmasa zaten bağımsıza da ihtiyaç olmayacak. Mesela plak mevzusuna gelince… 2015’ten itibaren Kadıköy Plak Günleri’nden beri bir akım başladı. Plağa ilginin Türkiye’de artmasının bir şekilde sebebi oldular. Ama bugün o kadar çoğaldı ki, bütün eski bantları, cd’leri plağa basmaya başladılar. Doğru dürüst mastering’ler olmadan, kötü kapaklarla, moda diye basılır oldu. Furyaya dönüştü. Bakıyorum şimdi öncüler de geri planda kaldı gibi. Tam diyemem ama sanki eski önemini yitirdi gibi. Ki bu her yenilikçi hareketin başına gelebilir, sen başlatırsın, bir süre sonra herkes bak burada ekmek var diye üşüşür. Sen arada kaybolursun. Belki yeniden CD’ye dönüş hareketini başlatabiliriz çünkü plaklar çok pahalı hâle geldi.
“Heybeliada, benim kalem gibi!”
Müziğin her yerden yapılabiliyor ve paylaşılabiliyor olmasıyla, müzisyenler İstanbul’u terk etmeye başladılar. Siz de 2015’ten beri Heybeliada’da doğayla iç içe yaşıyorsunuz. Peki ada hayatı sizi nasıl etkiledi? Gerek kendi solo üretimleriniz gerekse de Moğollar ile sürdürdüğünüz çalışmalarda bu sakinlik sizi besliyor mu?
Bazen iki ay kadar şehre inmediğim –böyle bir kavram var değil mi– zamanları biliyorum. (Gülüyor) Burada bisikletle dolaşıyorum, yazın çok kalabalık oluyor; günlük turist mevzuları. Çok gürültü oluyor hâliyle. Ama ilkbahar, sonbahar ve kış ayları harika. Çok sessiz oluyor. Bu sessizlikte iyi konsantre oluyor insan. Düşünebiliyorsun, kitap okuyorsun. Aklına bir şey geliyor, çalıyorsun kaydediyorsun. Bana iyi geliyor, bir şekilde konserden veya büyük yerlerden döndüğümde derin bir “oh” çekiyorum açıkçası. Benim kalem gibi burası. O yüzden iyi ki buraya gelmişim diyorum. Bir de İstanbul’a çok yakın aslında. Tabii cennet gibi sorunsuz bir yer de değil bu arada. Ama hâlâ bir şekilde mutlu olabiliyorum burada. Hele kışın sabah bir şarkıyı çalmaya başlıyorum, tüm günün nasıl geçtiğini anlamıyorum. Çünkü engelleyecek hiçbir şey yok, ne bir ses ne bir gürültü. Kitaplar okuyorsun, fikirler aklında beliriyor. Projeler dönüyor kafanda. Çalışmak için muhteşem bir yer.
Son olarak sizin her sene yeni bir albüm çalışmasına başladığınızı biliyorum. Elektrik Gramofon 2’nin hemen ardından hazırlıklarına başlayacağınız proje hangisi olacak? Fikirler çıktı mı?
Bekleyen bir sürü proje var aslında. Eskiden beri kafamda olan Ahmet Hamdi Tanpınar şiirlerini şarkı olarak sunmak gibi. Orijinal kanallarını buldum 2007’den kalma. Nazım Hikmet’in son dönemlerinden çeşitli şiirlerini bestelemeyi düşünüyorum. O, sırada bekliyor. Serap (Yağız) ile bir albüm bitirmek üzereyiz, bütün sözlerini kendisi yazdı. “Güneş Şarkıları” diye bir albüm yapmıştık 2009’da, o albümün benim şimdiye kadar yaptığım en güzel albüm olduğunu düşünüyorum. Onu plak olarak çıkarmak istiyorum. Böyle bir sürü fikir var. Bunları sıraya koymak gerekiyor. Plak maliyetleri de çok arttı, yeniden CD olarak albümler çıkarmayı da düşünmüyor değilim açıkçası.