Brady Corbet’in yönetmen koltuğunda oturduğu film, 10 dalda Oscar adayı ve Venedik Film Festivali’nde “en iyi yönetmen” ödülünün sahibi oldu.
82. Altın Küre Ödülleri’nden de eli boş dönmeyen film, henüz 36 yaşındaki yönetmene “en iyi sinema filmi” ve “en iyi yönetmen” ödüllerini kazandırırken sergilediği üstün performans ile eleştirmenlerden övgüler toplayan başrol oyuncusu Adrien Brody’ye “en iyi erkek oyuncu” ödülünü getirdi.
Yazının bundan sonraki bölümü, henüz izlemeyenler için keyif kaçırıcı detaylar içerebilir.
Mimari bir terimden ismini alan film, Yahudi-Macar mimar László Tóth’un (Adrien Brody) toplama kamplarından sağ kurtulup yeni bir hayat kurma umuduyla Amerika’ya gidişini konu alıyor. Corbet röportajında, “Amerikan rüyasının gerçek olmadığını anlatan bir film yapmak istedim,” diyor. Filmin ilk sahnelerde tersine dönmüş Özgürlük heykeli görseli ile verdiği bu açık mesaj, filmin tüm anlatımı boyunca doğruluğunu ispatlıyor. Amerikan rüyasını yaşama umuduyla Philadelphia’ya, kuzeninin yanına göç eden Tóth’un, umduğunu bulamayacağını fark etmesi ise kısa sürüyor. Kuzeni, onun genç ve güzel Amerikan eşi, kurduğu mobilya şirketi ve yeni edindiği kimliği ile bildiğimiz anlamda bir Amerikan rüyası yaşıyor. Ancak bunun için kimliğinin tüm özelliklerinden, isminden, aksanından, dini inancından çoktan vazgeçmiş. Hayatındaki her şey o kadar Amerika’nın istediği şekilde tasarlanmış ki çocuğu olmamasına rağmen Amerikalıların hoşlarına gittiği için firmasının ismini “Millers ve Oğulları” şeklinde tamamlamış.
Tóth daha ilk andan bu yaşama sahip olabilmek için kendisine dair bildiği ne varsa geride bırakması gerektiğini görüyor. Böylece buna gönüllü olmayan Tóth, kısa sürede itinayla kurulmuş bu kusursuz portreyi gizliden gizliye gölgelemeye başladığı için kuzeninin yanından gönderiliyor. Bunun sonunda daha da zor şartlarda, ağır kömür işçiliğinde çalışmaya başlıyor. Toplama kampında kırılan burnu ile savaşın ve katliamın çirkin izini yüzünün tam ortasında taşıyarak, geride bırakmaya çalışmadığı aksanı ve yeni edindiği siyahi arkadaşıyla savrulduğu bu yeni dünyada kendisine başka bir yer edinme gayretine de zaten girmiyor.
Çok geçmeden Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce), ultra zengin kapitalist Amerikalı, ortaya çıkıyor. Tóth’a uzattığı dosya ile onun geçmişte yaptığı işleri görme fırsatımız oluyor ve aslında Bauhaus okulunda yetişmiş entelektüel, donanımlı ve önemli bir mimarın hikâyesini izlediğimizi anlıyoruz. Yönetmenin bir önceki filmi “Vox Lux” gibi Brutalist de gerçek bir biyografik hikâye görünümünde, baş karakter olan Toth ise tamamen kurgu (filmin kurmaca karakterinin isim babası Macar jeolog Laszlo Toth, Michelangelo’nun Pietà heykeline zarar verdiği için iki yıl hastanede yattı.) fakat mimar ve tasarımcı Marcel Breuer’ın, Ernő Goldfinger’ın ve 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerden kaçarak Amerika’ya sığınan pek çok sanatçının yaşam hikayelerinden izler taşıyor. Corbet, filmin temelini bu mimari akım ile kurması hakkında “Minimalizm ve maksimalizmin farklı bir kombinasyonu olan brutalizmi oldukça ilgi çekici buluyorum. Orta yolcu bir yaklaşım değil, son derece radikal. Bu akımın, savaş sonrası psikolojinin ve mimarinin içsel olarak nasıl bağlantılı olduğunu anlamamıza dair çok güçlü bir görsel değer taşıdığına inanıyorum,” diyor. Güzellikten ziyade işleve, kullanıma önem veren bir ekol olan Bauhaus okulunun ideolojik ortaklıkları bol yan ekolü olarak görebileceğimiz brutalizm, Fransızca kökenli bir isim tamlamasına (béton brüt) dayanıyor ve ham beton anlamına geliyor. Adından da anlaşılabileceği gibi malzemenin hamlığına temellenen, betonun çıplak griliği, metalin soğuk kıvrımları ile çoğunlukla kendilerine sığınak benzetmeleri yapılan yapılar olan brutalist binalar, estetikten çok işlevin, kullanım kolaylığının ve pratiğin temsilciliğini yapıyor.
2. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan, en çok Amerika’da ardından Doğu Avrupa’da yaygınlaşan bu akım, 1950’lerden 1980’lere kadar popülerliğini korudu. Bu bakımdan filmin 1950’lerin popüler film formatı olan “VistaVision” kullanılarak çekilmesi, yönetmenin filmin her detayı hakkında etraflıca kafa yorduğunu ve titizlikle çalıştığını bize gösteriyor. Corbet pandemiden bu yana tam yedi sene boyunca bu film üzerinde çalışmış. Bu nedenle film, genç yaşına rağmen, Corbet’in masterpiece’ı olacağı yorumlarını alıyor. En son “One Eyed Jacks” (1961) filminde kullanılan bu format sayesinde film, temellendiği akım ile aynı dönemin film estetiğini paylaşıyor. Yönetmenin biçim tercihleri bununla da kalmıyor, film kendi içinde 15 dakikalık bir ara ile geliyor. Filmin kendi anlatım diline göre anlatımının değişeceğini gösteren bu ara, bir aile fotoğrafı eşliğinde perdeye yansıtılıyor.
Hiç kimse özgür olduğunu sanan köleler kadar ümitsizce köleleştirilmemiştir.
(Wolfgang von Goethe)
Film bundan sonra, Harrison’ın bir nevi himayesi altına giren Tóth’un, zekâsı, yeteneği ve entelektüel donanımı sayesinde büyük burjuva masasında kendisine yer bulmasıyla birlikte sonunda beklenen Amerikan rüyasının yavaş yavaş gerçekleşmeye başladığını gösteriyor. Harrison’ın aracılığıyla sekiz senedir görüşmediği eşini (Felicity Jones) de yanına alan Tóth’un yaşamına adeta boş bir sayfa açıyor. Ancak artık evi, karısı ve yepyeni bir mimari projesi olan Toth, bu yeni yaşamda ve kabul görüyormuş gibi oturtulduğu bu masada, sürekli olarak kimliği, geçmiş yaşantısı ve kökenleri üzerinden üstü kapalı biçimde aşağılanmaya başlıyor. Böylece Amerikan rüyasının gizli gerçeği su yüzüne çıkıyor.
Tasarladığı yepyeni projesinin hayata geçmesi için verdiği savaşın ve ödünlerin silsilesi şeklinde devam eden film, Tóth’un özelinde, üretmek isteyen ama hayır cevabıyla karşılaşan her sanatçının, eserini sonuna kadar savunmasını (ve bunun zorunluluğunu) göstermesiyle aslında herhangi bir sanatçının süregelmiş öyküsüne evriliyor.
Lars Von Trier, Ruben Östlund, Michael Haneke ve Noah Baumbach gibi ünlü yönetmenlerle henüz gençliğinde oyuncu olarak çalışma fırsatı yakalayan Corbet, Altyazı dergisinden Selin Gürel ile gerçekleştirdiği söyleşide, filmin tüm tercihleri (süresi, VistaVision kullanımı vb.) için yapımcılarla adeta savaş verdiğini anlatıyor. Filmin tüm kararlarının yönetmeni tarafından verilmesi gerektiğini savunan Corbet, “Umuyorum ki bu film sadece benim kariyerim için değil, ekosistem için de kayda değer bir etki yaratacak. Bu filmin, seyircinin aslında ne izlemek istediğine dair tabuları yıkan bir veri sunacağını düşünüyorum. İnsanlar 70mm gösterimlerine girebilmek için tüm gün kuyrukta bekliyor. Belli ki böyle bir deneyim için büyük bir iştah var. Umuyorum ki bu, filmlere maddi kaynak sağlayan zümreye önemli bir mesaj gönderiyordur. Bu etkinin bir istisna olarak görülmemesi için elimizden geleni yapıyoruz.” diyor. Böylece Corbet ve Tóth’un bir yaratıcı olarak ortaklığı ortaya çıkıyor.
Yönetmenin bu devrim yaratma arzusu bir yana, tekelleşmekten kurtaramadığımız sinema salonlarımızda, en büyük sinema zincirinin filmi uzunluğu nedeniyle (?) vizyona sokmadığını hatırlatıyorum ve ekliyorum, görüntü yönetmenliğini Lol Crawley’nin üstlendiği film tüm biçim tercihleri ve estetik zenginliği ile kesinlikle sinemada izlenmeli. Muhafaza ve müdafaa edebildiğimiz bir avuç bağımsız sinema salonumuzda görüşmek dileğiyle…
Toth’un bu büyük projesi, sert, köşeli, ham ve renksiz görüntüsüyle kütüphane, tiyatro, spor salonu ve (topluluğun ısrarı üzerine) bir şapel olarak tasarlanıyor. Tóth, binanın yüksekliğinin bütçeyi aşacağı kavgalarına nokta koymak için aradaki maliyeti kendi maaşı ile ödeyeceğini söylüyor. Ölçülerinin toplama kampındaki tavan yüksekliğine uygunluğu, camdan tavanları ve eşinin olduğu toplama kampı ile onunkini temelden bir su yolu ile bağlayan tasarımı, geçmişinden gelen tüm izleri taşıyor. Bu devasa dörtlü yapı böylece, Tóth’un kendisinin vücut bulmuş haline dönüşüyor.
Devasa yapının tavanı, Toth’un mimari tercihlerinin belirlediği şekilde camlarla kaplanıyor. Böylece yapı, iç avlusunun günün belirli saatlerinde haç şeklinde aydınlatıldığı bir binaya dönüşüyor. Toth’un upuzun yüksekliğin altına sakladığı toplama kamplarındaki hücrelerini sembolize eden odalar da her gün bu haç sembolünün ulvi ışığı altında aydınlanıyor. İşte, Toth’un, topluluktan kimsenin hatta Harrison’ın bile anlamadığı dahiyane hamlesi…
Demokrasi, özgürlük ve umut beklentisiyle geldiği bu ülkede kelimenin tam anlamıyla her biçimde sömürülmüş Toth, projesini bitirdiğinde sessizliğe gömülüyor. Çünkü artık kendisinin konuşmasına gerek kalmıyor, eserleri onun için söylenebilecek her şeyi söylüyor.
Toth’un bu sessizliğinin aksine filmin kör göze parmak olduğunu düşündüğüm, seyirciye sanki “Eğer ne kadar sömürüldüğünü, aşağılandığını ve kişiliğinin her açıdan ırzına geçirildiğini hala anlamadıysanız bakın bakın, işte zengin kapitalist Amerikalı patronu, yetenekli göçmenimize resmen tecavüz ediyor” dediği çok konuşulan sahne için de sadece “Sahiden gerek var mıydı?” diye düşünmeden edemiyorum.
Sadece mimariyle değil sanatın herhangi bir alanıyla ve sanat üretim motivasyonlarıyla ilgiliyseniz, filmi süresine aldırmadan, mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Filmin, boğucu, yoğun ama akışkan dili, aklınızda bıraktığı sorular ve göğüs kafesindeki sıkışıklıklar ile uzun zaman aklınızdan çıkmayacağına eminim.