Danimarka’nın Oscar adayı olan film, Cannes’da yarıştıktan sonra Türkiye’deki ilk gösterimini Filmekimi’nde gerçekleştirdi ve artık MUBI platformu üzerinden izlenebiliyor. Von Horn’un Line Langebek ile dört yıldan uzun süre senaryosu üstünde çalıştığı filmin görüntü yönetmeni ise “A Real Pain” ve “EO” filmlerin de tanıdığımız Michal Dymek. Her bir karesiyle izleyici büyüleyen bir görsel şölen sunan filmin izleyicinin kanını donduran, tekinsiz etkileriyle paralize olmasını sağlayan müzik tasarımı ise Frederikke Hoffmeier’in imzasını taşıyor. Danimarka’nın Meryl Streep’i olarak bilinen Trine Dyrholm, fal taşı gibi açılmış gözleri ve donuk bakışlarıyla sürdürdüğü Dagmar oyunculuğu ile büyük hayranlık kazandı.
Alman Dışavurumcu sinemasının labirenti andıran şehir yapısı, karanlık çekimleri, paralel ve kesintili sokakları ile gotik bir atmosfer yaratan film, Lumier’lerin “İşçilerin Fabrikadan Çıkışı”, Fritz Lang’ın “M”, Bunuel’in “Endülüs Köpeği” ve Lynch’in, “Fil Adam” filmlerine selamlar gönderdiği sahneler ve saygı duruşlarıyla sinefillerin kalbini okşuyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında geçen ve umut, umutsuzluk, özgürlük, gelecek kaygıları, aile, insan hakları ve çaresizlik sarmalında seyirciyi hapseden görsel referanslarının da desteklediği karanlık ve klostrofobik bir anlatıya sahip olan film, 1. Dünya Savaşı sonrası dünyanın siyah-beyaza bürünüp renklerini kaybettiği, sıradanlaşan ölümün insanları, yüzleri ve hikayeleri silikleştirdiği ve tek tipleştirdiği dönemde Danimarka’nın seri katili olarak bilinen Dagmar Overby’nin hikayesini konu alıyor.
“İnsanların karanlık tarafına bakmakla ilgilenmiyorum, ama en karanlık ve en beklenmedik yerlerde bulabileceğiniz insanlığa bakıyorum,” diyen Von Horn’un ana karakteri Karoline, borcunu ödeyemediği için içinde su tesisatı, banyosu ve kocaman fareleri de olan on yıldan uzun süredir yaşadığı dairesinden çıkarılır. Bu karanlık dönemin sokakları çamur kaplı şehrinde dakikalar boyu peşinden takip ettiğimiz karakterimizin yeni yuvası içinde su ve tuvalet yerine boş bir kovanın olduğu harabe bir odadır. Tekstil atölyesinde çalışan Karoline, patronuna eşinden bir yıldan uzun süredir haber alamadığını ve bu nedenle dul olarak tanımlanıp destek almak istediğini anlatan bir mektup iletir. Ancak eşinin ölü bedeni kayıtlara geçmediği için dul maaşı hakkından da yararlanamaz. Böylece Karoline, çalıştığı fabrikanın sahibi Jorgen’in ilgisini çeker. Filmin bütün ağırlığıyla göğüs kafesimize baskı yaptığı anlatısına kapıldıktan hemen sonra izleyicinin inanmakta zorlandığı bir aşk başlar ve ikili karanlık odalar ve çamurlu sokaklar boyunca seks yapar. Bir senedir haber alınamayan eşi Peter de şehvetin en kire pasa bulanmış halini seyrettiğimiz sahnelerin hemen ardından ortaya çıkar.
“Hem kendisi hem de başkaları için bir korku nesnesi haline gelen ve hayatına devam etmek zorunda kalan bir adamın ruhen nasıl etkilendiğini tarif etmek imkânsız..”1 (sf:106)
Ateşkes haberi sonrası fabrikadan işçilerin çıkışını gösteren planların ardından, bu sahne tarihin ilk filmlerinden olan “Lumière Fabrikasından Çıkan İşçiler” (1895) filmine saygı duruşu olarak görülüp takdir topladı, yüzünde maskesi ile geri dönmüş kocası Karoline’e seslenir. Arkasına dönüp yanıt vermekle duymamış gibi yapıp kaçmak arasında karar veremeyen Karoline’in kuşkusuna ortak oluruz. Kısa süre sonra ise kocasının yaralandığı (ve psikolojik buhranlar yaşadığı) için Karoline’e mektup yazıp yaşadığını haber veremediğini öğreniriz. Bu sebebi kabul etmemiş görünür Karoline, yüzünün ve bedeninin yarısı parçalanan kocasını başka birine âşık olduğunu söyleyerek evden kovar. Tanıdığımız haliyle çaresiz bir işçi sınıfı kadını olan Karoline’in patronu tarafından suiistimal edildiğini düşünmeye başladığımızda film bizi yanlışlar ve Jorgen, Karoline’in evlenme arzusuna olumlu karşılık verir. Ona parlak ve fırfırlı elbiseler diktirip annesinin karşısına çıkarır. Sanki bir masaldaymışçasına Cinderella gibi hazırlanıp geldiği saraylara benzer evden (oğluna işçi sınıfından bir kadını) yakıştıramayan anne tarafından kovulması ise uzun sürmez. Böylece Karoline parasız, hamile ve üstüne üstlük işsiz bir kadın olarak çamurlu karanlığa yalnız başına döner.
Gretchen E. Henderson, “Çirkinliğin Kültürel Tarihi” isimli kitabında, dışavurumcu Alman ressam Otto Dix’in Birinci Dünya Savaşı’nda bir makineli tüfek birliği komutanı olarak yaşadıklarından doğan Der Krieg (Savaş)isimli 50 baskıdan oluşan serisinin Deri Nakli (1924) adlı gravüründen bahseder.
Kırık bir yüzü (Kırık Yüzler, 1. Dünya Savaşı’nda yüzleri yara alan askerlere verilen isimdi) resmeden Dix’in eseri, burnunun olduğu yerdeki delik, kaybolan bir göz ve dişlerin dışarı fırladığı parçalanmış dudaklarıyla filmde maskesiz halini gördüğümüz Peter ile birebir eşleşen bir görsel referans taşır.
“Dünya Savaşı’nda birçok beden paramparça olunca çirkinlik göz ardı edilemez hale geldi. Yaraları örtmek için maskeler tasarlanmaya başlandı; Paris merkezli Portre Maskeleri Stüdyosunda ve 3 Numaralı Tam Teşekküllü Londra Hastanesi’nin Yüz Şekil Bozuklukları Maske Birimi diye bilinen (yaralı askerlerin “Teneke Burun Dükkânı” lakabını taktığı bölümünde bu tür maskeler tasarlanıyordu. Siper savaşı ve şarapnel gibi yeni askeri yöntemler yüzünden korkunç yaraların sayısı hızla arttığından, maskeler fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalıyordu. İfadesi değişmeyen, üretilmesi ve saklanması kolay olmayan ve ancak birkaç yıl dayanan bu maskeler çoğunlukla savaş öncesinde çekilmiş tek bir fotoğraf model alınarak yaratılıyor ve yaralı askerlerin dertlerine pek de deva olamıyordu.”1 (sf: 105)
Yüzünün tüm çirkinliğiyle bir sirkte çalışmaya başlayan Peter’in duvara yapıştırılmış posterini gören Karoline, onu seyretmek için sirke gider. Sirk sahneleriyle David Lynch’in dehşet verici ve unutulmaz filmi “Fil Adam”(1980) akıllara gelir. Sahneye çıkıp Peter’a dokunan hatta seyircilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan onu öpen Karoline, böylece elinden tüm seçeneklerinin alındığının farkındalığıyla yeniden Peter ile yaşamaya başlar. Savaşın tüm yıkıcı gücünün somut sembolü haline gelmiş Peter ancak morfin ile günlük yaşamına devam edebilir. Geceleri bağırışlar içinde uyanır, dakikalar boyu korku içinde bilinçsiz biçimde haykırır. Ve artık kendisinin çocuğu olamayacağını açıkladığında Karoline’in çocuğuna babalık yapmayı teklif eder. Elbette Karoline’in başka planları vardır.
Karoline, gittiği bir hamamda eline aldığı (filme de adını veren) şiş ile kendisine kürtaj yapmaya çalışır. Nefesleri kesip tüyleri diken diken eden bu sahnede yankılanacak bir çığlık sesinin keskin varlığına ihtiyaç duysak da tepkisiz Karoline’ın sessizliğine gömülürüz. İşsiz, eğitimsiz ve çaresiz Karoline’ın başka çaresi olmadığı apaçıktır ki, olan bitenin farkında olup yardım eli uzatmak isteyen yaşlı bir kadın onu sudan çıkarıp kanamasını durdurmaya çalışır. Kanama devam ederse hastaneye gitmesini söyleyerek ona bir seçenek sunar. Eğer bebek doğduktan sonra ona getirirse bebeği için yeni, sağlıklı ve refah sahibi bir aile bulabileceğini söyler hatta ona bir paket şeker bile verir. Bu, tüm film boyunca Karoline’ın ilk kez şefkat gördüğü sahnedir ve hem yeni bir seçeneğin varlığıyla hem de yaratılabilecek yeni bir gelecek potansiyeliyle umut verir.
Bundan sonra spoiler’lara dikkat!
Gerçek olaylara dayanan film Dagmar Overbye’ın, Danimarka’nın en ünlü seri katillerinden birinin hikayesini anlatır. Film, 1921 yılında kesin kanıtlarla dokuz bebeği öldürmekle suçlanan (25’e kadar öldürmüş olabileceği söyleniyor) Dagmar’ı, Hansel ve Gretel masalını çağrıştıran şekilde bir şeker dükkânı sahibesi olarak gösterir. Film için yapılan grotesk bir peri masalı tanımının gerektirdiği cadı figürü olarak karşımıza çıkan Dagmar, kendisini istenmeyen bebeklere yeni ve güvenilir aileler bulan bir aracı olarak tanıtır. Öyle ki, sağlıklı ve sistemli bir kürtajın seçenekler arasında olmadığı bu dünyada, Dagmar’ın evine gün aşırı yeni bir bebek gelir. Filmin ilk yarısının izleyiciyi kuşkuya hiç yer bırakmayacak biçimde sonuna kadar ikna ettiği haliyle, getirilen bebekler için bu evin dışında bir hayat ve gelecek olmadığını biliriz. Dagmar’ın tarihi gerçekliğinin bilgisine sahip olsak dahi bu bebeklerin yeni bir aile ve gelecek bulma umuduna izleyici olarak sonuna kadar tutunmaya çalışırız.
Hamamda Karoline’ı durduran ve belki de yalnızca bebeğin değil onun da yaşamını kurtaran bu karakterin, filmin asıl konusunu temellendiren katilin, neredeyse filmin yarısına kadar öyküye katılmamasını ve kadraja dahil olduğu ilk sahnede çaresiz ve üzgün Karoline’ın kurtarıcı meleği gibi olay örgüsüne dahil oluşunu, yönetmenin film için verdiği en önemli karar olarak görmek mümkün. Bu kararı ilerleyen sahnelerdeki dava savunmasıyla paralel değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Mahkeme, Dagmar’ın masalların kötü cadıları gibi masumları kandıran bir karakter olduğunu iddia etse de filmin bize onu ilk tanıttığı sahnede, aslında bebeğini ona kendi hür iradesiyle teslim eden Karoline’in bizzat kendisinin bebeğini öldürmeye çalıştığını hatırlarsak, bu kötücül atfedilen eylemlere bakış açımızın değişebileceğini düşünüyorum. Etere bağımlı Dagmar, evine gelen her bebek sahibine “Doğru olanı yaptın,” der. Çünkü sesini ve hatta mimiğini bile yitirmiş Karoline ve niceleri, hayata devam edebilmek için seçme haklarından yoksun biçimde doğru olanı yaptıklarına inanacak bir umut satın almak zorundadır. Dagmar’ın da dediği gibi, “Dünya korkunç bir yer”dir özellikle de karanlığın ve savaşın gökyüzünde asılı kaldığı bu dünya, “Ama bunun böyle olmadığına inanmamız gerekiyor.”
Dolayısıyla Dagmar, Karoline’in zaten yaşamına devam etmeyecek bebeğini öldürür. Ve yaşamına devam edemeyecek tüm diğerlerini. O, bu kötücül eylemin yalnızca faili olma yükümlülüğünü üzerine almaz, ayrıca bunu yapmak zorunda kalan ancak gerçekleştirmeye muktedir olamayan herkesin vicdanı rahatlatıp susturur ve ıstırap veren tüm azapları kendisinde toplar.
Dagmar’ın gerçeğini gördüğümüzde ise, kanalizasyona bebeği atma sahnesinde, aklıma gelen ilk şey Hz. Ebubekir’in,“Bedenim öyle büyüsün ki cehennemde başkasına yer kalmasın,” duası oldu. Dagmar da yarattığı bu kan donduran misyonda, tüm toplumun çürümüşlüğünü, ahlak yoksunluğunu ve gaddarlığını üstlenip günah keçisi olmaya talip olmamış mı?
Barones, kendi torununu taşıyan işçi kadını evinden ve hatta işinden kovarak Dagmar’dan daha mı az gaddardır? Bir hamamda kendisini şişle kürtaj etmeye çalışan Karoline, savaştan dönen kocasının babalık teklifine rağmen bebeği Dagmar’ın sunduğu bilinmez geleceğe bıraktığında daha mı iyicil bir eylem sergiler? Hamamda şiş ile bebeğini öldürmeye çalıştığı anlaşılan bir kadına burada sorun istemiyoruz diyerek bağıran ve yerdeki kanını tepkisizce silen temizlik görevlisi vicdanının sesini dinleyerek merhamet dolu bir yaşam mı sürer?
İlk bakışta Dagmar’ın eylemlerinin mahiyeti akıllara durgunluk verecek düzeyde sert olabilir, ancak Von Horn, “Yaptıkları, o dönemde onu çevreleyen toplum hakkında çok şey söylüyor, Dagmar bebekleri öldürmek için kaçırmadı. Kadınlar ona geldi ve ona bebeklerini verdi. Biz de o dünyaya dokunmaya çalışmak istedik,” diyor.
Kadınların bebeklerini neden istemeyecekleri, anne olmamayı tercih etme hakkı hiçbir zaman normatif eril düzenin ilgisini çekmedi. Sonunda toplumda otorite kurmaya çalışan eril hegemonya kürtaj yapma kabiliyetine sahip şifacı kadınları ötekileştirdi. Kadınların istenmeyen gebeliklerle başa çıkma konusunda yüzyıllardır yardımcısı olan şifacı kadınlar ve ebeler tam da kadın bedenine ve gebeliğin sonlandırılmasına dair bilgiye sahip olduğu için “cadı” olarak atfedilip yakıldı. Böylece toplum, düzenini bozacak bir öteki icat etti, bir cadı’yı günah keçisi ilan etti. Toplumun tüm günahlarının boynuna yüklendiği günah keçisi işkencelerle infaz edildi ve toplum huzurlu günlerine geri döndü. Peki toplumun bu kurallara uyan, güzel ahlaklı insanları nasıl oldu da bu büyük günahların işlenişinde etkisiz ve sessiz kaldı?
Senaryo üzerine çalışırken davanın orijinal kayıtlarını araştıran Von Horn, “Cesetleri nasıl elden çıkardığını ve bebeklerden nasıl kurtulduğunu anlatma şekli, kimsenin nehirde yüzen veya çöp kutusuna atılan bir şeyle ilgilenmediğini gösteriyor,” diyor.
Von Horn izleyiciye, Dagmar gibi “canavar, cadı, günah keçisi” üreten toplumlara yakından bakmamız gerektiğini hatırlatır. Kadın haklarının tartışılmaya dahi açılamadığı Afganistan’ı, dünyanın etkisine girdiği muhafazakar rüzgâr ile Van Horn’un 18 yıldır yaşadığı Polonya’nın, henüz bu senaryo yazılırken kürtajı etkili bir şekilde yasakladığını, ABD başkanlık seçimlerinde kilit bir konu olarak gündemden düşmeyen kürtaj hakkını ve doğum kontrolünün hala yasak olduğu ülkeleri düşünürsek Von Horn’un seçimleri elinden alınmış bir toplumu sorunsallaştırdığı filmi için daha doğru bir zaman düşünmek mümkün olabilir mi?
Dagmar’ın tarihi gerçeğinin yarattığı etki ile izlerken fenalaştığını, kustuğunu, seyretmeye devam edemediğini söyleyen izleyicilerin filmin karanlık atmosferi için yazdığı yorumları okurken düşünmeden edemedim, henüz unutmamıza yetmeyecek kadar kısa bir süre önce, (aynı Dagmar’a getirilen yeni doğmuş hatta bazıları bir defa dahi emzirilememiş bebekler gibi) yeni doğmuş bebekleri öldüren bir örgüt ortaya çıkarılmadı mı? Sadece para için yeni doğan bebekleri öldüren hastanelerden biri benim evime yalnızca 3 kilometre uzaklıktaydı.
Dagmar’ın kötücüllüğü ve Von Horn’un filminin karanlığı bize gerçekten de düşündüğümüz kadar uzak mı?
Bizi günahlarımızdan azade kılacak bir cadı avına modern dünyanın tam ortasındaki bizler nasıl başlayabiliriz?