Kate Winslet’ın Orta Avrupa’da isimsiz bir ülkenin başındaki bir diktatörü canlandırdığı “The Regime”, BluTV’de yayımlanmaya başladı. Succession’ın yazarlarından Will Tracy’nin showrunner’lığı üstlendiği 6 bölümlük HBO dizisi, benzerlerinden ayrılmaya çalışan politik bir kara komedi.
Doğu Yücel
Malum, Avrupa’da aşırı sağ anlayışlar yükseliyor, mevcut yönetimler otoriterleşiyor, popülist milliyetçi liderler alkış topluyor… İşte tam da bu tabloya ayna tutan bir proje karşımızda: “The Regime”. Orta Avrupa’da isimsiz bir ülkedeyiz, yakın zamanda yönetimi ele geçiren ama kısa sürede de hem halkı hem diğer yöneticileri kulu kölesi yapan bir diktatör izliyoruz. Kate Winslet’ın canlandırdığı Şansölye Elena Vernham ülkeyi ve sarayını demir yumrukla yönetiyor. Ama işte koca ülkeyi “başarı”yla yönetirken korkularını, endişelerini, kısaca kendi hayatını yönetmeyi başaramıyor.
Kate Winslet’ı bu projeye ikna eden de karakterin bu uzaktan anlaşılmayan hali olmuş. Ekranlardan ulusa seslenirken sıcakkanlı ve hep “sevgi”den bahsederken ülke işlerinde kurmaylarını korkudan titreten bir otorite figürü o. Sert, katı, acımasız ama diğer yandan rutubetten ve mikroplardan ölümüne korkuyor. Bu devrik diktatörün sağ kolu ise ilk bölümde Saray’a gelen ve kadının mevcut psikopatlığını da azdıran bir asker. Onu da -ne tesadüf-, önceki işlerinde Putin’e benzerliğiyle gündeme gelen Matthias Schoenaerts canlandırıyor. Sürpriz bir diğer oyuncumuz ise Hugh Grant, kendisi 4, 5 ve 6. bölümlerde diziye renk katıyor.
Çavuşesku’nun Bükreş’teki Saray’ına benzer dev bir Saray’da geçiyor olaylar. Öyle ki Amerika’dan gelen heyet bile bu büyüklüğü garipsiyor. Gerçi bu Saray’da garipsenecek daha çok şey var. “The Regime”, gerçekçi olmaya çalışan politik entrika dizilerinden biri değil. Kara komedi diye geçiyor ama müzik kullanımı dışında güldürmeye yönelik bir hareket de yok. Diyebilirim ki, daha çok Yorgos Lantimos’un ilk filmlerindeki seyirciyle bilerek mesafe kuran, yabancılaştırma unsurlarından kaçınmayan, farklı bir siyasi taşlamayla karşı karşıyayız.
Büyük diktatörler
Belki de tarihin en başarılı öyküleri, kazanılan güçle birlikte o gücün kölesi olan insanları anlatmıştır. III. Richard’dan Büyük Birader’e, Anakin Skywalker’dan “Godfather”a… Doğrudan politik liderler hakkındaki filmleri düşünürsek akla tabii hemen Great Dictator geliyor. Charlie Chaplin’in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı “Büyük Diktatör”, daha 2. Dünya Savaşı ilk yılını tamamlamışken, yani Hitler’in savaş ve insanlık suçları tam anlamıyla ortaya dökülmemişken, üstelik dünyanın dört bir tarafında korku salmaya devam ederken, 1940’ta vizyona girmişti. Şarlo’nun yaptığı gerçekten “büyük cesaret”ti.
Yakın geçmişe gelirsek, 2000’lerin en iyi komedi filmleri denince ilk 10’a rahatlıkla koyabileceğim iki film de diktatörleri konu alıyor. 2012 tarihli, Sacha Baron Cohen’in oynadığı Dictator ve 2014 tarihli Seth Rogen ve James Franco’nun oynadığı The Interview. İlkinde Cohen, kurmaca bir ülkenin sapık, acımasız, akılsız diktatörünü canlandırırken, ikinci filmde iki beceriksiz gazeteci Jong-un Kim’le röportaj yapmak üzere Kuzey Kore’ye gidiyorlardı. İkisinde de en grotesk şekilde bu otorite figürleriyle alay ediliyordu. Özellikle Interview, o günlerde büyük krizlere yol açmış, sözünü sakınmayan bir filmdi.
Dizilere bakacak olursak, elbette politik mizah nadir görülen bir tür sayılmaz. House of Cards gibi dizilerden, doğrudan sitcom mantığındaki Emret Bakanım’lara kadar say say bitmez. Fakat konumuz “The Regime” olunca en yakın iş olarak, Seinfeld’in Elaine’ı olarak tanınan Julia Louis-Dreyfus’un hırslı bir politik lideri canlandırdığı Veep akla geliyor. “The Regime”in yapımcılarından Frank Rich’in Succession’dan önceki işlerinden biri de Veep’ti.
Peki Şansöyle hangisi?
“The Regime”in yaratıcısı Will Tracy, bu kurmaca “diktatör” öykülerinden esinlenmediğini söylüyor. Son 20 yıldır, otokratlarla ilgili tüm kitapları okumuş, bu onun adeta bir “guilty pleasure”ı, “suçlu zevk”iymiş. Çavuşesku, Stalin ve benzer liderleri araştırmış. Özellikle Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuscinski’nin ülkemizde Om’dan yayımlanan ama baskısı tükenen İmparatorluk – Bir Otokratın Düşüşü kitabı ona yol göstermiş. Bu kitapta üstünde durulan eski Etiyopya İmparatoru Haile Selassie, Şansölye Vernham’ın temel esinlerinden biri olmuş. Kitapta politik gelişmelerden çok Saray yaşantısı üzerine durulması da Tracy’i etkilemiş, zaten izleyince göreceksiniz, dizi ülkede ne olup bittiğiyle değil Saray’daki hayatla ilgileniyor. Şansölye nasıl kahvaltı ediyor, nasıl giyiniyor, yatak odasında neler oluyor gibi…
“Succession”ı özleyenleri mutlu eder mi?
“Succession”ın yapımcılarından” diye tanıtılmasından dolayı beklentiler büyük elbette. “Succession”ın en iyi bölümlerinden birkaçında imzası olan, geçtiğimiz senelerde The Menu filmiyle de ses getiren bir kalem Will Tracy. Yine “Succession”ın yapımcılarından Frank Rich’i ve Kate Winslet’ı prodüktör koltuğunda görüyoruz. Regime’in, efsane dizilerin adresi olan HBO’dan çıkması da başka bir güven faktörü. Ama “The Regime”in, “Succession” hayranlarını da genel dizi seyircisini de tavlayabileceğinden emin değilim.
Oyuncusundan görüntü yönetimine, seçtiği konudan yönetmenlerine, belki de kağıt üstünde her önemli kıstasta en şahanesinden not verebileceğimiz “The Regime”in genel resimde seyirciye kendini sevdirmesi zor. Yukarıda diğer diktatör karakterlerini özellikle yazdım, her biri ne kadar “kötü”, “şeytani” olsalar da komedi kılıfıyla kendilerini sevdirebilecek tiplerdi. Şansölye Vernham da bir tip ama aksanından davranış biçimine tamamen antipatik. Kate Winslet’ın bir komedi oyuncusu olmaması hikayenin önündeki en büyük engel. İşin bir diğer kötü yanı da, karakterinin zeki de olmaması. Hani kötüdür ama House of Cards’daki Frank Underwood gibi, Game of Thrones’daki Joffrey Baratheon ve tabii Succession’daki Logan Roy gibi satranç oyunculuğuyla etkiler, öyle bir durum da yok.
Rejim değil Saray olsaymış adı…
Diktatörün ülkede yaptıklarına şahit olamadığımız için dizinin siyasi taşlaması da yeterince geçmiyor, ilk birkaç bölümde dizi bir devlet sarayında değil de, zengin birinin sarayında geçse çok bir şey değişmezdi. Zaten dizinin ilk adı “The Palace” imiş, sonradan değiştirmişler. Değiştirmeseler daha iyi olurmuş, çünkü dizi sadece Saray’ı gösteriyor ve “Rejim” sadece bazı bilgi kırıntılarıyla sunuluyor.
Bu tip diktatör öykülerinde karakterde esinlenilen liderler de önemlidir. Yazar-yönetmen bir risk almış ve gerçekte olan bir veya birkaç kişiyi anlatısına taşımıştır. Seyirci kendi liderine benzetir ve içinin yağları erir. E burada öyle bir şey de yok. Şansölye, o kadar aykırı bir tip ki, kimseye benzemiyor. Bu bilinçli bir tercih ama böyle olunca, dizi anlamını yitiriyor, siyasi taşlama türünün gerektirdiği cesaretten de uzaklaşıyor. Chaplin’in aldığı riski yazmıştık, adam resmen Hitler’e kafa tuttu. Interview filminden sonra Seth Rogen’ın başı derde girmiş, Amerika – Kuzey Kore krizi çıkmıştı. En son Sacha Baron Cohen’in Borat 2’de yaptığı malum, bir senatörü gizli kamerayla iş üstündeyken bastı… The Regime’de ise “ne şiş yansın ne kebap” demişler gibi. Kısacası siyasi taşlama olduğu iddia edilen dizinin kime taş attığı belli değil.
Yine de “The Regime”, çok büyük beklentilere girmeden izlenebilir. Senaryosundaki bazı absürt hareketler yenilikçi bir tavırda yazıldığını gösteriyor. Ve bazı sahneler tartışma yaratabilir. Özellikle ilk bölümde, Kate Winslet’ın Saray’da ‘If You Leave Me Now’ı detone vokaline rağmen gururla söylediği sahne gibi ironisi adresine giden sahneler var. Ve hani yazı boyunca “karakter o kadar aykırı ki, benzerlik kurulamıyor” demiştik ya, işte orada bir benzerlik kurmak serbest!