Dünya prömiyerini bu yıl Cannes’da yapan Coralie Fargeat’in yazdığı, yönettiği ve prodüktörlüğünü yaptığı, Demi Moore ve Margaret Qualley’nin başrolleri paylaştığı -hadi Dennis Quaid de diyelim- “body-horror” janrından “The Substance”, dün MUBI üzerinden “Cevher” ismiyle ülkemizde de gösterime girdi.
Neslihan Atcan ALTAN
Film kritiklerinin çoğundan geçer not ve övgü alan yapım, yaşlanmakta ve “haliyle” yıldızlığını ve pırıltısını kaybetmekte olan eski Hollywood yıldızı Elisabeth Sparkle’ın (Sparkle isminin İngilizce “pırıltı” anlamına gelmesi de filmde geçen ironik sembollerden birisi) hızlı düşüşünü, ileri bilimin gizemli bir “madde”siyle kendisinin bir kopyasını yaratarak engellemeye çalışmasını ve grotesk başarısızlığını anlatıyor. Burası doğrudan spoiler oldu; affola.
Film, kadın gözünden “yaşlanma travması”nı vurgularken özellikle de eğlence ve/veya sinema sektöründeki kadın bireylerin yaşlanmayla birlikte nasıl değersizleştirildiği ve bu üzerimize yapıştırılmış -kendimi niye kattıysam?- son tüketim tarihi ibaresiyle verilen umutsuz mücadeleyi anlayana haykırıyor.
Gençliğin geçiciliği…
Film aslında bence madde ve ruh arasında da karşılıklı olmayan ilişkiyi gözler önüne seriyor. Çünkü Sparkle 50 yaşın kaçınılmaz dönüşümlerine maruz kalırken ruhu, kendini hissettiği ve olmak istediği yaşta tutuyor. Hepimiz gibi. Bu dengesiz ilişkinin ana sebebi ataerkil gözün güzellik standartları olsa da dişi yaşlanma biyolojik anlamda daha acımasız bir süreç. İşte bu acımasızlığa Sparkle, yine kendinden yeni bir Sparkle yaratarak karşı koymak istiyor. Ne yazık ki, Frankenstein’ın canavarı gibi yarattığı Sparkle da “ana” Sparkle’ın bilincinin başka bir bedene akmış hali olmasına rağmen “asıl kendini” reddediyor. İsmini Sue olarak değiştiren bu ikinci Sparkle bağımsız bir varoluş mücadelesine girerek sadece bedensel değil, zihinsel bir bölünmeyi de beraberinde getiriyor.
Filmin her karesi, kullanılan renkler, müzikler tamamen seyirciyi rahatsız etmek ister gibi. Sparkle’ın soğuk apartmanı Sue’nun doğumuyla parlak ama plastik renklere bürünüyor. Gençliğin o inanılmaz parıltısını, canlılığını ama geçiciliğini bu plastik atmosferden almamanız mümkün değil. Seyirci olarak bu varlığın geçici, açgözlü, düşüncesiz olduğunu biliyorsunuz çünkü gençliğin bir parçası da budur: dürtülerin açlığını gidermek, kendini yenilmez ve ölümsüz sanmak… İşte Sparkle, kendinden yarattığı Sue ile yine bu hatalara düşüyor ve anneanne tabiriyle diyeyim: Nefsini terbiye edemiyor. Hikayesi, yine yapımın önemli sembollerinden olan filmin ilk dakikaları boyunca eskiyip “yaşlandığını” gördüğümüz Sparkle’ın sokaktaki Hollywood yıldızında sonlanıyor. Al, bir spoiler daha. Bugün aşırı acımasızım. Ben de 50 yaşındayımdır diye belki?
Sue karakteri için Margaret Qualley çok yerinde bir seçim olmuş çünkü -seksi ya da değil, orasını bilemem- aşırı sevimsiz bir tip. Olduğu kareden gençlik, şehvet ve tutku fışkırıyor ama o meymenetsiz yüzü onun yok edici bir güç olduğunu bizlere alttan alta hissettiriyor.
Ve Demi Moore…
Demi Moore ise 62 yaşının tüm güzelliğiyle doğmuş arkadaşlar. Film aslında bu açıdan da ironik çünkü uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan -çıkamayandır o. Malum genç değil ya- Moore, bu yapımla rafine övgülerin ve samimi alkışların odağı oldu. Demek ki fırsat verilince, Dennis Quaid’in canlandırdığı yapımcı Harvey –Harvey Weinstein denen sevimsizin ismini vererek epey alelen gönderme yapmışlar- gibi tiplere ve anlayışlara rağmen pırıltı devam edebiliyor. Hadi bana eyvallah.