Röportaj

Tolga Karaçelik: "Sinema Tanrısı diye bir şey gerçekten var."

Son dönemlerin en uzun isimli filmi “Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi”ni bahane ederek Tolga Karaçelik ile bir araya geldik. Keyifle izleyeceğiniz bu filmin özellikle öncesinde okumak için ideal bir sohbet sizleri bekliyor.
İpek Atcan - 24 Nisan 2025
post image

Tolga Karaçelik’in yeni filmi “Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi”, Türkiye prömiyerini 44. İstanbul Film Festivali’nde yaptı ve 18 Nisan’da vizyona girdi. Tolga’nın yazıp yönettiği dördüncü ve İngilizce çekilen ilk filmi “Saykoterapi”nin başrollerinde ise birbirinden şahane isimler var. Dünyaca ünlü yıldızlar Steve Buscemi, Britt Lower ve John Magaro’nun oynadığı filmin çekimleri New York’ta gerçekleşti. Film, boşanmanın ortasında bocalayan bir yazar ile ona gündüzleri evliliği; geceleri ise yeni kitabında kaleme aldığı seri cinayetlerdeki öldürme yöntemleri için danışmanlık yapan emekli bir seri katilin tesadüfi ve tuhaf arkadaşlığını anlatıyor. Bu filmi bahane ederek Tolga ile ofisinde bir araya geldik ve filmden, sektörden ve tabii ki pelerinden bahsettik 🙂 Buyurun röportajımıza…

Türkiye’de sanat filmi bile çekilse en tanınmış oyuncuyla yapayım, en takipçili oyuncuyla yapayım, onun en popüleri olsun gibi durumlar var. Sen film için şahane yabancı oyuncular seçtin. Mesela ben “Severance”dan dolayı Britt Lower’a zaten bayılıyorum. Bazen bir şeyler izlerken Instagram’dan oyuncu da stalk’larız ya, epey şaşırmıştım takipçisinin az oluşuna. Alışmışız TR’de milyonlara! Yani özetle gittin oranın da iyi ama aşırı takipçili olmayan oyuncularını seçtin 🙂 Senin buradaki filmlerinde de bu böyle. Niye Türkiye’de böyle bir manyaklık var diye sorarak başlayayım? Manyaklık diyerek girdik bakalım, nereye varacağız 🙂

Yoo diyebilirsin bence manyaklık. Benim için “iyi oyuncu” var sadece. Takipçisi falan diye bir şey beni çok ilgilendirmiyor. Çünkü kendi göbek bağımı kendim kesiyorum. Bu filmde de yapım şirketiyle beraber konuya girdik. Önce tek başıma girecektim. Ondan sonra “Amerika’da ben niye yapımcı olayım?” diyerek bir şirketle çalıştım. Orada birçok oyuncuya gittik bu süre zarfında. Ama gittiğimiz oyuncuların hepsi bir şekilde rolü teslim edebileceğimiz insanlar olmalıydı. Bir de ben hiçbir filmi, “benim bu filmi mutlaka çekmem lazım” diye çekmiyorum. Anlatmak zorunda olduğum şekilde anlatamıyorsam çekmenin manası yok. O da ancak iyi oyuncularla olur. Bazısının Instagram takipçisi çok, bazısının azdır…

Eh tabii ki…

Birçok oyuncuya gittik ve sonuç olarak hepsi de içime sinen oyuncular oldu. Bir de garip bir şey var İpek, yani bir şekilde rol de kendi oyuncusunu buluyor. Başka bir sürü insanlar da olacaktı, bilmem ne olacaktı… Son dakikada mesela Rachel Brosnahan vardı (The Marvelous Mrs. Maisel), Juno Temple vardı, bilmem ne. Bir şekilde programları uymadı. Onlar da çok olmak istediler.

Bir de senin çekimler tam Hollywood grevine denk geldi di mi?

Tam oraya denk geldi, evet. Britt’le yarım saat bir kahve içmek için buluştuk. Sonra üç saat falan böyle güle güle, senaryonun üzerinden geçerek, her şey hakkında konuşarak geçti. Mesela… Britt bayağı karavanıyla sirklerde yaşar.

Nasıl yani?

Aa! Evet, öyle bir tarafı vardır. Bir Sirk ailesi var. Mesela “Kelebekler” hakkında konuştuk yine Suzy çünkü bu karakterin de ismi. Dolayısıyla böyle iyi anlaşınca daha da keyifli oluyor. Böyle üretmek en keyiflisi. Başka türlü üretmeyi ben bilmiyorum zaten. Bir hırsla üretmediğim için, o hikâyeyi anlatmak için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Ve şunu gördüm “Sinema Tanrısı” diye bir şey gerçekten var. Her filmin değişik bir karakteri var. Mesela bu film sonradan açılıyor ama tatlı açılıyor…

saykoterapi

Röportajdan önce dedim ya, hele şu dönemde bana ilaç gibi geldi.

Yani kendi yapısı da öyle. Mesela uzun zaman oyuncu bulamadık. Uzun zaman dağıtımcı bulamadık. Ama sonradan gelen çok iyi bir dağıtımcı oluyor. Sonradan gelen oyuncuların hepsinden çok memnunum. Böyle her filmin kendi bir zamanlaması oluyor, karakteri oluyor gerçekten. Yapım aşamasında da anladığım ve gördüğüm şey o. 4-5 tane uzun metraj yapımcılığı yaptım, bir sürü kısa film… Her filmin kendi şansı oluyor.

Peki, zaten senin yazmaya ve kurgulamaya başlamanla şu an bizim buluşmamız arasında kaç sene var? Çok sene var bildiğim. Pandemi miydi?

Daha önceden not alıyordum ama bilfiil yapmaya başlamam evet, pandemi öncesi. Yapımcımız Scott’ın çocuğu yoktu şimdi konuşuyor işte öyle düşün.

İstanbul’dan sonra en sevdiğim şehir New York. Ve bir parçamın oralı olduğunu hissediyorum.

New York’u ne kadar sevdiğini biliyorum. Orada uzun metraj bir film çekmek senin için “bucket list”teki maddelerden biri miydi? Yoksa bu film oraya mı uygundu? Aynı senaryoyu Türkiye’de çekmek istemez miydin?

Aynı senaryoyu çekemezdim. Çünkü bu hikâye bu kültürün içerisinde çok fazla karşılığı olan şeyler değil. Ama yapılması gereken ya da yanına check koyduğum bir şeylerden miydi? Hayır ama kafamda bir yeri her zaman vardı. Çünkü ben zaten orada film yapmayı öğrendim. Orayı çok seviyorum. İstanbul’dan sonra en sevdiğim şehir. Ve bir parçamın oralı olduğunu hissediyorum. Bayağı bir zaman yaşadım. Bazı şeylerle karakter oluşur ya, öyle hissettiğim bir şehir. İlk reddimi yediğim şehir, festivallere gönderip, kısa filmimi… İlk kısa filmi orada çektim. Hatta ikinci kısa filmi de. İlk aldığım ödül Soho Film Festivali’nde kısa filmimle aldığım ödül. Sonra ilk reddedildiğim film festivali, New York Film Festivali ya da ismini hatırlayamadım şimdi. Tam nerede reddedildiğimi hatırlıyorum, nerede sigara yaktığımı, şey gibi oldu “gör bakalım sen bir büyüksün ben mi!” (Gülüyor)

Ama düşünsene şimdi bu filmle orada Tribeca Film Festivali’nde seyirci ödülünü aldın.

O da garip bir şey çünkü New Yorklularla, New York’ta geçen, New York’u anlattığım, New York’un büyük bir karakter olduğu bir film. Steve Buscemi artık New York’un anahtarının teslim edildiği adamlardan bir tanesi mesela. Britt New Yorklu, John New Yorklu. Tribeca çok bir “New York” festival. Orada da seyirci ödülü almak beni bir rahatlattı.

Bence de muhteşem. Bir de orada bizden daha önce vizyona girmesi de efsane.

Evet orada şu anda vizyona girdi. Şimdi Amazon’da ve Apple’da da gösterilecekmiş, çok iyi gidiyormuş.

Tam Pazar filmi. 90’lar filmi gibi bir şey yapmak istedim.

Burada platformlara girdiğinde bir de evde izlemek istiyorum. Öyle bir tarafı da var bu filmin.

Tam Pazar filmi. 90’lar filmi gibi bir şey yapmak istedim. Hani 90’larda izlediğimiz, izlenebilir ama hani biraz da derdi olan. Çok kendini önemsemeyen.

İstanbul Film Festivali’nde toplamda 3 seansta yer aldın. Ben Cuma 11:00 seansına gittim. Ve duyduğuma göre hep dolu geçmiş. Hadi Pazar ve Pazartesi sen de varsın, ekip var, Q&A oluyor vs. Ama Cuma o saatteki doluluk şaşırttı. Bu sene malum sebeplerle katılım azdı. Bunu nasıl yorumluyorsun? “Beni seviyorlar ya…” gibi bir durumun var mı?

Ben biraz şanslıyım o konuda. Yani sokakta yürürken de hep bir diyalogdayım garip bir şekilde insanlarla. İki günde bir mutlaka birisiyle yolda karşılaşıp ya fotoğraf ya konuşma mutlaka oluyor. Çok garip bir şey kamera arkasında olan biri için. Bir de rahat görüyorlar beni herhalde. O konuda şanslıyım. Böyle kollayan koruyan bir insanlar var. Mesela Twitter’da filan da görüyorum. Böyle bir kötü bir şey yazınca, başka biri bıdı bıdı bıdı hemen cevabını veriyor.

Senin her filminde bir önceki filminden biri mutlaka ufak bir rolde de olsa bir selam veriyor. Burada da lamanın yanında Nadir Sarıbacak var. Bu filmden hangi karakteri bir sonraki filmde taşırsın sence?

Bende takip eden şeyler var. Mesela… “Gişe Memuru”ndaki Nadir’in karakteri Hasanlar Köyü’ne gidiyordu. Hasanlar Köyü, “Kelebekler”de daha sonra yazdığım köy. Ondan sonra Afar hep tekrar eden bir şeydir bende. Afar Limanı vardır “Sarmaşık”ta. Afar Gişesi vardır “Gişe Memuru”nda. Sonra Afar’da geçer “Kelebekler”, Afar’ın sınırından girerler Hasanlar Köyü’ne. Hep Meteor sigaraları kullanılır. Erkek karakterlerden bir tanesinin ismi mutlaka Kenan’dır ama bu sefer Keane oldu tabii. Sonra hep Suzy vardır ve Suzy’ler birbirine benziyor genelde. Gerçi dördüncü film oldu bu ama böyle devam eden bir şey var. Ama sonuçta Nadir çok iyi bir oyuncu. Nadir’den bir faydalanmak istedim açıkçası yani.

Geçen gösterimden sonra Q&A’da bir sonraki filmin ne olur diye sormuşlar sana. Bir tiyatro yapım hikayesini anlatmayı düşünüyorum demişsin. Acaba oradaki tanıdıklara çaktığın bir selam mıydı Nora sonrası? Yoksa gerçek miydi?

Yok gerçekten yazıyorum.

Hazır bir de canlısını yaşadık diyorsun.

Evet. Sonuçta her şey benim için otobiyografik bir yandan. Başkasının hayatını kendinden yola çıkarak yazıyorsun ama bu seferkini bir zamandır düşünüyordum esasında. Bu yapımdan önce de düşünüyordum. Ama bir tane de 1920’lerde Doğu’da geçen bir hikâye yazdığım.O böyle şu anda limited series’a doğru gidiyor. Bir tane yazmakta olduğum bir tiyatro oyunu var. Bir tane de böyle çok erotik bir şey var, film. O bayağı düşündürüyor beni, tahrik ediyor. Dolayısıyla böyle farklı şeyler çalışıyorum ama bir tanesi bir noktadan sonra öne geçiyor. Burada da galiba bu tiyatro konusu öne geçecek.Bir tiyatro oyununa hazırlanma süreci ile başlayıp evliliğin de ona doğru dönüşmesi yavaş yavaş…

Her film bittikten sonra hastaneye kaldırılıyorum.

Filmden çıktığımda şunu düşündüm, sen konuya giriştin üstünden 6 küsür sene geçti, 21 günde çektin. Karşısına geçip ilk izlediğinde, ki muhtemelen New York’ta oluyor bu; hani renk yapılırken, edit’ler yapılırken defalarca izlemenden bahsetmiyorum, ne hissettin? Yani oldu bitti oh kurtuldum mu yoksa başka bir şey mi?

O nerede izlediğine bağlı olarak çok değişen bir şey. Çünkü başkalarıyla izlerken bir stresin oluyor. Birazdan yapacağın soru ve cevabı da düşünüyorsun. Şurayı böyle kestik, şurayı attık, keşke geri koysaydık diye de düşünüyorsun. Fakat izlerken bir noktadan sonra insanlarla beraber gülmeye başlayınca, insanların zevk aldığını görünce seviyorsun filmi tekrardan. Zaten filmle çok şizofren bir ilişkin var, bir seviyorsun bir nefret ediyorsun. Özellikle siz izlemeden önceki 4- 5 ayı ben sürekli “burası yanlış, şurası yanlış” diye izliyorum. Kurgu aşaması böyledir. Yani kilitlenene kadar sadece neresi çalışmıyor ona odaklanıyorsun dolayısıyla filmden nefret ediyorsun. Sonra insanların eğlendiğini görünce “Ya abi bir dakika dur ya! Fena değil, evet hiç fena değil” oluyorsun. Yine de travmatik oluyor. Her film bittikten sonra hastaneye kaldırılıyorum.

https://www.instagram.com/p/CvhNhECMoxt

Nasıl ya?

Tüm kısa filmlerim dahil hastaneye kaldırıldım. Sinirleniyorum, bayılıyorum. Hepsinde bayılarak kaldırılıyorum. Bu arada istisnasız. Yani ilk kısa filmi çektim, kestik dedim. Beni hastaneye kaldırdılar New York’ta. İkincisinde aynı şekilde. Bütün kısa filmlerden sonra hasta oldum. “Gişe Memuru”ndan sonra hasta oldum. “Bartu Ben” bittiği zaman bile hasta oldum. “Kelebekler”de panik atak… Hepsinde panik atak bir dönem oluyor. Anksiyete daha doğrusu. Hala şu anda da mesela bu İstanbul Film Festivali gösterimleri yüzünden benim uyku saatim 1’e indi. Çünkü şöyle kalkıyorum mesela, “onu aramam lazım!” ama filmle alakası yok. Anksiyeten tetiklendiği için sürekli gece saat 12’de yatıyorsun 1’de kalkıyorsun sonra hiç uyuyamıyorsun. O yüzden seyirci ile ilk izleme aşaması stresli. Bazen böyle röportajlarda başkaları sevimsiz falan görüyorsa o ansiyete başlıyor bende. Yani bitsin de gideyim, niye hakkında konuşuyoruz bunun falan, tekrar tekrar aynı şeyler hep böyle bir tetikliyor hakikaten. Ama sonra, sen orada değildin o ilk gösterimde Atlas’ta terliyordum deli gibi. İlk başta “merhaba” diyeceğim, böyle elimden su akıyor. Ne olursa olsun yurt dışındaki gösterimlerde bu kadar heyecanlanmıyorum. Çünkü başka bir dilde konuşan bir persona takınabiliyorsun. Buradaki kendi seyircine göstermek, paylaşmak benim için çok daha önemli. Onu fark ettim.

Türk seyircisi diye mi? Tanıdıklar var diye mi peki?

Türk seyircisi diye. Çünkü burada böyle değişik bir ilişkimiz var. Benim filmlerimi sevenlerle garip de bir ilişki. Kimi “Gişe Memuru”cu, kimi “Sarmaşık”çı, kimi “Kelebekler”ci. Ondan sonra oraya çıkıp soru cevapta o sevgi dolu bakışları gördüğün zaman bir rahatlıyorsun. Sakin ol, sakin ol, sakin ol… İşte bu sebeple hastaneye kaldırıldım dediğim gibi. Mesela bir tanesinin sesini yaparken… Mesela bizim Gevende Ahmet, Kenan sesteyiz Etiler’de. “Çocuklar” dedim, “tamam güzel, ben bir mantıya gidiyorum Aşkana’ya. Bir şey istiyor musunuz?” dedim. Hatırlamıyorum sonrasını. Gözlerimi bir açtım ki Acıbadem Etiler’de serumlayım.

Ne diyeyim bilemedim 🙂

Ya sen onu bırak. Ben reklam çekiyorum. Reklama çıkarken böyle sete sağ ayağımla girerim. Bir gece önce niye kabul ettin bunu? Ne saçma. Ben bunu beceremeyeceğim, yapamayacağım, rezil olacağımlar… Hani ne kadar inancım var bu çok tartışılır ama mesela sete girmeden önce “Allah’ım beni rezil etme”ler falan.

Ama sen kendi kendine de anksiyeteni tetikleyecek ne yol varsa yapıyorsun resmen…

Ama yani öyle oluyorum. Akşamdan sinirli oluyorum. Çekmek istemiyorum, bilmem ne. Hala uzun metrajlardan bir gün öncesi benimle hiç arkadaş olmak, görmek istemezsin. “Niye böyle bu?”, “Niye duruyorsun burada?”, “Uzak dursana.”, “Niye uzak durdun, gelsene.” …

Senin dışarıdan göründüğün karakter bence dünyanın en eğlenceli, hiçbir şeyi takmayan tipi…

Mesela ben sosyal de gözüküyorum. Ama sen beni nerede gördün sosyal?Çok sosyal görmedin dışarıda. Ama öyleyim de bir yandan. Fakat çok takık bir tarafım var.

Değişik… O zaman bütün bunların içerisinde gidip New York’ta 21 günde, ki ne kadar az bir süre, filmi çektin. Sokaklarda vs…

Delilik. Cuma akşamı Chinatown’da çektik. Cuma akşamı New York’un en manyak yerinde çektik yani. Ha sette çok rahatım. Bu arada mesela “Kelebekler”de annem arayıp nasılsın demişti. Dedim “penguen gibiyim.” “O ne demek?” dedi. “Kelebekler setindeyim ve penguen gibiyim” dedim. Yani normal hayattaki bütün çarpıklıklarım, hatalarım, burada hızlı ilerlememi sağlıyor benim. Kontrol manyaklığım, anksiyetem, dikkat fazlalığım… Dalga geçerler benimle sette. Böyle mesela durduk yere birisine “sus sus sus” falan yapıyormuşum. Bakıyorlar kim, nerede, ta 200 metre geride bir çaycı. O garip bir bütün olma hali. Sette işime yarıyor. Sette çok mutluyum.

Senin gibi bir karakterin 21 günde New York gibi kaotik bir şehirde bu filmi çekmiş olma inanılmaz. Lanet olsun bana, neden bunu yaptım şimdi kendime dedin mi?

Set çok iyi bildiğim bir şey. Benim çok mutlu olduğum bir yer. 5 yaşında çocuk gibiyimdir. Sette mesela bunu çekerken Kelis – ‘Milkshake’ söylüyordum sürekli. Yani sette beni çok mutlu ve sakin görürsün ve sakinimdir de. Bir de şimdi artık 4 tane film oldu.

Kendi projelerin dışında da destek seven birisin, sadece “ben ben ben” bir karakter değilsin. Çevrendeki kısa filmlere destek, yapımcı olarak destek…

Güzellikler paylaşılmalı ve artırılmalı yani hepimiz elimizden geleni yapabiliyorsak niye yapmayalım ki? Ya bir de konunun bizimle alakası yok, hikayelerle alakası var. Bundan 200 sene sonra ne yaptığımız hatırlanmayacak diye düşünüyorum. Yani dolayısıyla uzaylılar gelip Tolga Karaçelik 2027’de ne yapmış demeyecek. Egomuz var. Yani yoksa yaptığımız şeyin özü “kendini göster” yani… Tabii ki bir şekilde kendinle alakadarsın ama başkasının hikayesi de başkasıyla alakadar. Dolayısıyla güzelse niye yardım etmeyesin?

Yapay zekayla bayağı kısa filmler yaratmaya başladım.

Peki bu ofisi de sormak istiyorum hazır gelmişken. Sinecera’dayız. Ethem (Onu Bilgiç) burada, Özgür (Mumcu) burada ve daha birçok isim burada…

Ne yapıyoruz biz burada? Benim bilmediğim şeyler ve ilgilenmediğim şeyler benim ilgi alanıma girer. Çünkü bir anda merak ediyorum… Benim YouTube’uma girsen, hani gece uyuyamıyorum ya, beyin ameliyatından tut Latvia’nın tarihine, oradan tut marangozluğa, oradan git böyle saçma sapan bir şey… Zoom link’i gönderemeyen, Zoom link’i gönderdiğim zaman toplantı için, kendini teknolojik gören bir adamım. Şimdi bildiğin yapay zekayla bayağı kısa filmler yaratmaya başladım. Çünkü öğrenmek istedim. Yeni bir şey öğrenirken kafamın çalıştığını hissediyorum. Filmlerimde hep ilk filmi çekiyor gibi bir rezil olma korkusu, dikkatimi diken üstünde tutuyor. Dikkatimin en verimli olduğu an yeni bir şey yaparkenki kendimi rezil etme potansiyeli. O zaman kendimi maksimum oraya adayabildiğimi fark ediyorum. Yani bir sanatçı bence yediği kaba pislemeli ki terk etsin ve bir daha gelemesin oraya belki de. Ve o yüzden de böyle hiç bilmediğim bu yapay zekâ beni çok heyecanlandırdı ve şu anda videolar yaratıyorum. Yapay zekâ öğreniyorum. Fena da değiliz. Çok iyi bir şey yere geldi bu şirket. Şimdi çekmek istediğim şeyden bir tanesinin trailer’ını yapıyoruz. Ondan sonra reklam yapıyoruz burada, 4-5 tane yaptık. 3 aylık bir şirket bu arada. Onun dışında şimdi oyun senaryosu yazıyorum. Ben çok gamer bir adam değilim ama… Ama oyun senaryosu çok keyifli bir şey. 18, 19, 20 yaşındaki insanlar daha çok burada. Ve böyle bilgisayar nerd’leri falan, düşünce yapısı çok farklı. Ben geldim 43-44 yaşına. Gerçi genç bir yaş öğrenmek için ama şimdi bambaşka bir yaş grubuyla diyalog… Mesela şu anda immersive hikâye anlatımı üzerine kafa patlatıyorum. Yani işte bu gözlükleri takıp izlediğin falan. Bir şekilde n’için katil kim senaryosu yazmayayım? İçerisine dolaşabileceğim… Beni çok heyecanlandırıyor. Burada herkes çok iyi. Şimdi yanda Ethem ile Burak Şentürk’ün yaptığı bir oyunu yapıyoruz. Bambaşka bir oyun. Biraz daha Prince of Persia gibi soldan sağa ilerlemeli bir oyun. Şimdi onun ana hikayesini yazıyorum bir yandan.

Peki ne zamandır böyle bir şeyi düşünüyordun ya da düşünüyordunuz?

Düşünmüyordum. Ama ben film çekmeyi de düşünmüyordum. Yani ben eskiden de sinefil değildim. 2003’ten önce benim sinemayla alakam pek yoktu. 2003’te New York’a gittiğim zaman başladım. 22 seneden bahsediyorum. İlk filmi 2003’te çekmişim. 22 senedir film çekiyorum esasında. Garip geliyor bu arada.

Röportajdan önce snob gözükmek üstüne konuşmuştuk. Hiç alakan yok bence ama neden öyle gözükme endişen var?

Korkarım çünkü. Kendine anlatmak biraz zor, çekinen bir herif değilim. Kendi hakkında da konuşan bir adamım ama kayıtlı bir şeye anlatmak zor… Genelde yüz temasıyla ilerleyen birisiyim. O yüzden Zoom yapmak bana iyi gelen bir şey, telefon görüşmesinden ziyade. Empatiyi oradan kuran bir insanım ama söylediklerim ne kadar olumsuz gidiyor karşı tarafa… Daha doğrusu ukala olmaktan korkuyorum yani. Çünkü ukala olma potansiyeli her zaman var. Belki de bundan korkuyorum.

Bence herkeste var o potansiyel. Ama röportajın başında sokakta gelip seninle sohbet eden insanlardan bahsediyordun. Ukala bir imaj çizsen olmazdı sanki?

Konuşuyoruz, sohbet ediyoruz. Ukala bir imaj çizsem bunu yapmazlardı bence de. Herhalde yapmazlardı. Ben yapmam yani.

Ben Zorro olmak istiyordum çok küçükken…

Sohbetimizi pelerinle kapatmak istiyorum. Bu komik, enteresan ve eğlenceli bir yandan da. İlk ne oldu da bu ortaya çıktı?

İlk filmden itibaren böyleydi. Bir defa pelerin dünyanın en güzel şeyi. Bence pelerin geri gelmeli. Normal hayatta kendi aldığım pelerinler de var. Bazen diktiriyorum. Birkaç defa giymişliğim de var. Ben Zorro olmak istiyordum çok küçükken, 5-6 yaşındayken. Anneannemin eşarplarını çalıyordum, onlardan pelerin yapıyordum ve elimde sopa sokakta koşturuyordum. Anneannemin bütün arkadaşları bana “Kara Murat” diye sesleniyordu. Neyse oradan başlayan bir hikâye büyük bir ihtimalle ve sette ben gerçekten 5 yaşında gibiyimdir. Bir de kendini ciddiye ama hali devam ediyor sette, film yapıyorsun, çok önemsiyorsun. Bir şekilde oradaki iktidarsın da… Onun kırılması o son günde iyi de geliyor galiba bana. Çok düşünerek yaptığım bir şey değil. O gün gidiyorum sete, kostümcüler hazırlamış oluyor pelerini. Çünkü her filmde başka bir pelerin giyiyorum. Son filmde tamamen gökkuşağı renklerinden ve içi parıltılı bir gümüş olan bir pelerindi, gösteririm. Böyle onu takıyorum ve “kestik!” derken o pelerini sallamak çok güzel geliyor bana. Bende o otorite ve sevimsizliği kırma hali hep var. Mesela “Kelebekler”de de “Bana hocam demeyin!” demiştim. Hep bizim setlerde bir “hocam” vardır. “Peki ne diyelim?” dediler, “Paşam deyin.” dedim. Bütün set bana paşam dedi. Hay hay paşam falan, böyle kızıyorum mesela bir tanesine “hay hay paşam, geliyoruz paşam”…

Gülmüyor musun peki buna? 🙂

Niye gülmeyesin ki? Sonuçta film çekiyorsun. Dünyanın en güzel yerindesin, düşünsene.

Pelerin ok, senin trademark’ın ama hastaneyi asla rasyonalize edemeyeceğim kafamda 🙂 Bu filmde ne oldu? New York’ta da mı hastanelik oldun?

New York’ta hastaneye gidersen donunu alıyorlar. Yatakta kaldım. Yani pantolonu gerçekten giyemiyordum. Sırtım kilitlendi. Bütün bacağımın kilitlendi. Ve yataktan iki gün falan çıkamadım. Ben yazarken ve çekerken sıfır alkol alırım. İki gün sonra falan yataktan kalkabildim ve hayvan gibi içtim. Üç ay bir içmeme durumu ardından. Ben yazarken ve çekerken diyetimi değiştiririm. Günde bir buçuk öğüne falan inerim. Alkol hiçbir şekilde… Spor yaparım çok. Vücut olarak o zamanki çekerkenki kafa yapımla normal hayatta gittiğim kafa yapısı aynı değil o kesin.

Çekerken ve yazarken çok daha sağlıklı bir bireysin.

Yani o yüzden stres olmuyor zaten. Çok rahat çözümler oluyor.

Peki teşekkür ediyorum, çok snob’dun ama neyse diye bitireyim 🙂

Hahaha ben teşekkür ederim.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans