İzleyeni büyük bir bulmacanın içine davet eden, kahramanı olan dedektiflerin peşine takılıp büyük sırrı çözmeye çalıştığımız dedektif dizilerinden sıkılmak mümkün mü? Şimdiden klasikler arasında yerini almış “True Detective” dizisinin yayına başladığı günün yıldönümünde biz de ekranlarımıza konuk olmuş ünlü dedektif dizilerini düşündük.
Polisiye suç gerilimlerin alt türü olarak karşımıza çıkan dedektif anlatılarını sinemada olduğu kadar televizyonda da unutulmaz örnekleriyle izledik bugüne kadar. Hatta türün edebiyat alanındaki örnekleri de dahil olmak üzere devamlılık ihtiyacı uyandıran sürükleyici yapısının dizi formatına çok daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki sinema tarihindeki örneklerine dahi baktığımızda devam filmleriyle seriye dönüşmüş onlarca dedektif hikayesi görüyoruz. Birbirinden bağımsız epizodik davalarla ya da tek bir dosyanın bölümlere dağılarak anlatılmasıyla da olsa televizyon dizilerinin, dedektif öykülerinin gerilimini ve merak unsurunu ayakta tutmaya uygun bir ruh hali var. Kimileri daha karanlık, kimileri daha komediye yakın duran her türden örneğini düşünerek televizyon tarihine geçmiş efsane dedektiflerden bahsedelim.
Pipo, fötr şapka ve uzun bir pardösü
Dedektif deyince hepimizin gözünün önünde canlanan ortak bir siluetin klişe objeleri bunlar. Tabii ki dedektiflerle ilgili aklımızda yer etmiş klişeler yalnızca dış görünümleriyle ilgili değil. Söz konusu siluete biraz daha ışık tuttuğumuzdaysa bunları giyen karakterle tanışırız. Her ne kadar klişeleşmiş yöntemleri ya da çalışma stillerini belki hepsinde biraz görsek de her dedektifin sahip olduğu kendine münhasır duruşunu görmeye başlarız. Bazısı soğukkanlı, bazısıysa çalışırken davalarının her öğesiyle temas kurmaktan hiç çekinmez. Yine de içinde yer aldıkları dünya ne kadar karanlık olursa olsun her dedektifin nüktedan bir yanı olduğunu kabul etmeliyiz sanki.
Amerikan televizyonunun en unutulmaz dizilerinden “Columbo” bu eğlence dozajının yüksek olduğu dedektiflerden birini ağırlıyor örneğin. Efsane aktör Peter Falk’ın -dile kolay- tam 32 yıl boyunca canlandırdığı cinayet büro dedektifi Columbo işini yaparken bir yandan seyircisini güldürmekten çekinmeyen bir karaktere sahipti. Kalıplaşmış dedektif imajına ait pardösüye sahip olmasına rağmen her daim buruşuk ve yıpranmış olarak giyen Columbo aynı zamanda elit dedektiflere karşı bir alternatif olarak işçi sınıfını temsil ediyordu. Pasaklılığını hiç (ama hiç) almasa da Columbo’ya yakın bir mizah duygusuna sahip “Monk”u da burada anabiliriz. Obsesif kompulsif bozukluğa ve titizlik takıntısına sahip dedektifi Türkiye uyarlamasında da Engin Günaydın’ın canlandırdığı “Galip Derviş” dizisinde de izlemiştik.
Farklı türlerle temas halindeki dedektif dizileri
Biraz daha eskilere gidersek komedi unsurlarının daha da çok görüldüğü örneklere rastlayabiliriz. Bruce Willis’i bir anda dünya çapında yıldıza dönüştüren “Moonlighting”in (ülkemizde yayınlanan adıyla “Mavi Ay”) bir dedektiflik öyküsü mü yoksa bir screwball komedi mi olduğu neredeyse ayırt edilemez mesela. Her ne kadar çoğunlukla aralarındaki atışmalar ve cinsel gerilim için izliyor olsak da Cybill Shepherd ve Bruce Willis’in peşine takılıp davaları çözmek büyük bir keyifti.
Her ne kadar tonları benzemese de bu türlerin iç içe geçtiği ve izleme motivasyonunu farklı dallardan alan dizilere bir örnek de “Twin Peaks” olabilir. Dedektiflik dizisi mi? Hayır. Korku ya da komedi mi? Hayır. Televizyon tarihinin gördüğü en farklı şey mi? Kesinlikle! David Lynch’in zihninden çıkan ilk televizyon işini, İkiz Tepeler kasabasında işlenmiş korkunç bir cinayetle başlayıp “Laura Palmer’ı kim öldürdü?” sloganını popüler kültüre kazandırmış olmasına rağmen tam anlamıyla bir dedektif dizisi olarak adlandırmak doğru olmaz. Medyayla, ilişkilerle, Amerikan banliyösüyle, elektrikle, Laura Palmer’la, onun katilini arayan Dale Cooper’la ve diğer her şeyle ilgili bir başyapıt diyebiliriz. Ya da Lynch’in kendi deyimiyle “havadaki şey” ile ilgili bir pembe dizi olan “Twin Peaks” en çok da Kyle MacLachlan’ın canlandırdığı unutulmaz dedektif, genç FBI ajanı Dale Cooper’la zihnimizde yer ediyor.
Ajanlardan söz etmişken yine dedektif türü içinde gördüğümüz en farklı ve kültleşmiş dizilerden biri olan “The X-Files”ı da anmak gerek. Çözülememiş paranormal fenomenleri soruşturan Dana Scully (Gillian Anderson) ve Fox Mulder (David Duchovny) 1990’lı yılların modern dedektif imajını oluşturan bir ikiliydi. İnternet çağının henüz başlarında komplo teorisyenliğini dedektiflik oyununa katan efsane dizi, iki anlamıyla da “farklı türlere” temas ediyordu.
Bir İngiliz klasiği
Türün kökenleri elbette çok daha derinlere gidiyor ancak bugün bildiğimiz anlamda popüler dedektiflik öykülerinin en büyük iki yaratıcısı olarak Sir Arthur Conan Doyle ve Dame Agatha Christie‘yi saymaktayız. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında yazımızın konusu olan türü en büyük eğlence kaynağı haline getiren iki yazar bir çeşit İngiliz klasiğinin mimarı oldular. Yazının başında bahsettiğimiz siluet bizzat Doyle’un yarattığı, tüm dedektiflerin atası Sherlock Holmes’dan gelmekte kuşkusuz. Bunun dışındaki tüm dedektif normlarını da belirleyen yine Christie’nin Hercule Poirot’su ve Holmes olmuştu. İki efsane dedektif de hem sinemada hem televizyonda defalarca canlandırıldı. Sir David Suchet’in 24 yıl boyunca Dedektif Poirot’yu canlandırdığı efsane dizi “Agatha Christie’s Poirot” ve Doyle’un klasik eserini günümüze taşıyan modern uyarlama “Sherlock”u bu klasiklerin en öne çıkan temsilleri olarak anmak mümkün.
Neredeyse türün her kuralını belirleyen bu iki klasik eserden günümüze gelene kadar albenisini hiç kaybetmemiş olan dedektif dizileri, ufak farklılıklar ve yenilikler ekleseler de temelinde bizlere çözmemiz için hazırlanmış karmaşık bulmacalar sunmaya devam ediyorlar. Her bölümün ilk dakikalarından itibaren sonucunu tahmin etme güdümüzle boğuştuğumuz bu diziler eskimeyecek büyük bir eğlenceye sahipler. Ufak bir ipucunu bile onlardan önce görmeye çalışarak aslında içten içe kendileriyle yarıştığımız bu unutulmaz dedektiflere günün sonunda hayran kalmaktan başka çaremiz olmadığını da itiraf edip arkamıza yaslanalım.