Netflix’in sevilen dizisi Wednesday’in merakla beklediğimiz yeni bölümlerine kapılıp gitmeden önce ailenin geçmişini ve onlarla kurduğumuz bu karanlık ilişkiyi hikâyelerinin derinlikleriyle -ve neredeyse- tüm dinamikleriyle ele almaya ne dersiniz? O zaman sizi Wednesday dosyamızın karanlık dehlizlerine davet ediyoruz.
Bakışlarımı nereye çevirsem onu görüyorum. Gözlerimi kapatsam bile yüzü sanki gözümün önünde, imgesi zihnimden silinmiyor… Netflix’in son aylarda yürüttüğü afaki reklam kampanyası bir yana, Addams Ailesi’ne temellenen bir öykünün Tim Burton tarafından ekrana yansıtılacağını bilmenin verdiği heyecan, aklımı başımdan almaya yetiyor (mu?). İlk sezon için çok yazıldı, çizildi, konuşuldu. Ancak ben ikinci sezonun ilk bölümünü, “İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü” kitabı ile Tim Burton’ın hüzünlü, ürkünç, tatlı hikâyelerini yeniden hatırlatışıyla favorim olarak çoktan işaretledim. Bu bahaneyi hemen kucakladım; Wednesday’in ailesine, geçmişine, yaratıcılarına ve gündeme oturan yeni moda ikonlarına yakından bir bakalım istedim. Buyurunuz…
Her şeyin başladığı noktaya dönelim. Addams ailesi, Charles Addams’ın “New Yorker”daki karikatür köşesinde doğdu. Gotik bir ailenin karanlık evlerinde yaşananların komedi soslu çizimleri kısa sürede popüler oldu ve Addams’ı hem sadece sanatıyla (çizerek) geçinebilen (hem de oldukça iyi şartlarda) bir sanatçı hâline getirdi hem de dönemin önde gelen cemiyetlerine dahil olmasını sağladı. Ancak her şey bu kadar mı? Bu karanlık ailenin yaratıcısı da içten gelen bir karanlığa mı sahipti? Yoksa kendi aile öyküsüne temellenen bir eser mi ortaya çıkarmıştı? Cevabı Addams’ın röportajından, bizzat kendisinden alalım: “Demir bir yatağa zincirlenip her gün bir kutu Alpo içerek korkunç bir çocukluk geçirseydim belki daha ilginç olurdu. Ama aslında mutlu bir çocukluk geçirmiş o tuhaf insanlardan biriyim.” Sıcak yuvasında, sevgi dolu ailesiyle birlikte evin tek çocuğu olarak oldukça mutlu bir çocukluk geçiren Addams kendisini, sadece şaka yapmayı seven afacan bir çocuk olarak tanımlıyor. Evdeki servis asansöründen fırlayıp büyükannesini korkutmak en sevdiği şakalardanmış. Tek karelik köşenin ilk karakteri Morticia ilk kez 1938’de çizilmiş. Karakter, Addams’ın sevdiği özelliklerin bir derlemesiymiş (Aynı zamanda biraz Gloria Swanson olduğunu düşünürmüş). Dört yılın ardından Gomez katılmış ve sonra sırasıyla Pugsley, Wednesday ve Fester aileye eklenmiş. Ve toplam 58 karede ürkünç espriler için buluşmuşlar.
Korkunun komediyle birleşiminin, gişede her zaman en çok çalışan stratejilerden biri olduğunu, hatta günümüzde bile hâlâ geçerliliğini koruduğunu “Weapons” gibi örneklerle kanıtlayabiliriz. Eğlenceli ve keyifli bir korku, hedef kitleyi sadece korku severler olmaktan çıkarmakla kalmıyor aynı zamanda yaş aralığını da olabildiğince genişletiyor. Zaten sadece bu nedenle bile, Addams Ailesi’nin yapımcıların gözünden kaçması hem beklenemezdi hem de biz hayranları için büyük talihsizlik olurdu.
Ama yalnızca ilgi çekecek bir hikâye stratejisi olarak göremeyeceğimiz kadar katmanlı bir yapısı olduğunu da gözümüzden kaçırmayalım isterim. Zaten bu dehşetengiz ailenin gönlümüzde taht kurmasının sebebi de bu değil mi? Stephen Cox.’un, “Saf kahkahalar için ‘Munster Ailesi’nin daha komik olduğunu düşünürdüm ancak ‘Addams Ailesi’ daha yetişkin temaları sayesinde entelektüel bir yük taşıyordu.” diyerek açıkladığı dizi, çizgi dizinin televizyona uyarlandığı yılların aynı zamanda karşı kültür devriminin de yaşandığı ve geleneksel aile, Amerikan klişeleri, gençlik-ergenlik isyanları ve okul kurumunun işlevinin tartışıldığı bir dönem olmasıyla gündemde olan konuları karanlık bir mizansen içinde nüktedan bir dille ele alıyordu. Elbette, dönemin şartlarını da göz ardı etmemek gerekir.
60’larda klasik Amerikan ailesinin bir eleştirisi olarak akademik çalışmalara konu olan ailenin süregelen popülaritesi de hâlâ güncelliğini koruyan temalara bağından geliyor. Genel olarak “Kendilerini olabildiğince normal tanımlayan bir ailenin” diğer ailelerle karşılaştığında yadırganması ve yargılanması olarak görebileceğimiz Addams Family, hepimizin son derece aşina olduğu bir senaryoyu TV ekranına yansıtmıyor mu? Yani, hangimiz başka bir aileye davetli olduğumuzda gündelik yaşamlarındaki klasikleşmiş bir ritüeli yadırgamadık ya da aile geleneği olarak tanımladıkları bir seremoniye bizi dahil ettiklerinde geleneği tuhaf bulup Addams’ların evine misafirliğe gelmiş gibi hissetmedik ki…
Ailenin ekranlara yansıyan alamet-i farikası bununla sınırlı değil elbette. Ancak en çok dikkat çekenlerden ve değinmeden geçersem kalbimin kırılacağı kısmı Morticia ve Gomez’in (Sosyal medya bağımlısı günümüz dünyasında bile hâlâ hatırlanan, esprili-romantik meme’lere konu olan) bitmeyen romantizmi ve cinsel gerilimi. Gotik bir kraliçe gibi, bembeyaz teni, upuzun siyah saçları ile ekranda salınan Morticia ve ona hayranlığını (Özellikle Fransızca konuştuğunda) istisnasız her fırsatta dile getiren Gomez, o güne kadar bilinen ekran ebeveynlerinden farklıydı. Tarih üzerine yazdığı yazılardan bildiğimiz Patrick Sauer, “The Cultural History of ‘The Addams Family’” başlıklı yazısında bu ikiliyi şöyle anlatır: “Onun büyüleyici şehvetinden etkilenen Gomez sık sık, Morticia’ya şehvetle sarılır, onu kollarından öper ve sürekli birbirlerine ateşli bakışlar atarlar. Bu nedenle onlar, aktif bir cinsel hayatları olduğu izlenimi veren ilk televizyon çifti olarak kabul edilirler.” Aslında neredeyse hiç dudaktan öpüştüğünü görmediğimiz çiftin yatak odası da ekranda yalnızca bir ya da iki defa gösterilmişti. Yine de onlar, geçtiğimiz yüzyıla; bitmeyen romantik aşkları, şehvet dolu bakışları, yakıcı tutkuları ve muhteşem danslarıyla damgasını vuran (ve manifestlerimizde kendilerine yer bulan) bir çift oldular.
Belirli bir müzik genre’sinin çevresinde gelişen ve “moda temelli bir alt kültür” olarak tanımlayabileceğimiz “Got(ik) kültür”ünün hâkim olduğu ürkünç ailemiz, tanıma neredeyse tam olarak uyuyor -Böyle uzun dosyalarda tanımlara ve etimolojik kökenlere bakmaktan kendimi alamadığım doğrudur-.
Akademisyen Irina Rata, “An Overview of Gothic Fiction” isimli çalışmasında şöyle diyor: “Gotik alt kültürünün modasındaki karanlık, bilinmezlik, dehşet ve korkunçluk temaları, Gotik türün estetiği ve anlatılarıyla da ilişkilendirilir. Gotik tür, filmler ve edebiyat gibi sanat eserleri açısından da 20. ve 21. yüzyıllar boyunca gelişti ve tanıdık temaları ‘gizem, delilik, dehşet, ritüeller, lanetler ve hatta ölüm’ etrafında gelişti.”
Morticia ve Gomez ile başlayan tanıdık olduğu kadar yabancı, tekinsiz ama sevgi dolu aile, ne kadar bu bahsettiğimiz “alt kültür” temeliyle yaratılsa da bir anda popülerleşti. “Goth Culture: Gender, Sexuality and Style” isimli kitabında Dunja Brill’in, “… alt kültürler kısmen tanım yoluyla gelişir ancak yine de daha geniş bir kültürel, politik ve ekonomik bağlama sıkı sıkıya bağlıdır; bu da onların ortak toplumsal normları incelikli ama güçlü yollarla ihlal etme potansiyellerini sınırlar ve şekillendirir. Siyasi hareketlerin aksine, Gotlar ve diğer müzik temelli alt kültürler hiçbir zaman dünyayı değiştirmeyi hedeflememiştir. Daha ziyade, üyelerinin keyif alabileceği, öznel olarak genel toplumdan daha az normatif ve kısıtlayıcı olarak deneyimlenen paralel bir mikrokozmos yaratmayı hedeflerler.” diyerek açıkladığının aksine bu ailenin etkisi mikrokozmosluğu hızlıca aşmış, çok geçmeden ailenin popülerliği çığ gibi büyümüş ve o kadar ki, Addams’ın çizimlerinden en ilgi çekici olanlarından, Noel kutlamaya gelen ilahi korosuna ailenin çatıdan kızgın yağ döktüğü karikatür karesi, Noel tebrik kartlarına bile basılmış. 1993’te yayımlanan “Addams Family Values” filmi de Addams’a saygı duruşu niteliğindeki bu sahne ile açılıyor. Bu nedenle, ailenin gotikliği, kendisine has, derinlikli ve sağlam temelleri olan bir alt kültür biçimi olmaktan hızlıca çıkıp popüler kültürün “kitsch”leştirdiği, yüzeysel, sığ ve ana akım odaklı bir hâle dönüşmüş -dönüşmesi kolaylaşmış- diyebiliriz. Popülerliğin artışının ana akımda kendisine fazlaca yer bulabilmesine başka bir örneği de Charles Addams’ın 100. doğum gününe özel Google’ın da kendisine bir doodle tasarlanmış oluşunu gösterebiliriz. Hatta tarihi eser niteliğinde bir hayran sayfası da hâlâ erişime açık.
Bu noktada gözümüzü Wednesday’e çevirme vaktimiz geldi. Wednesday’in yeni sezonu, deyim yerindeyse yepyeni bir devir açıyor. Karl Spracklen ve Beverley Spracklen tarafından yazılan “The Evolution of Goth Culture: The Origins and Deeds of the New Goths” kitabında geçen “Gotik görünümün ayrılmaz bir parçası olan makyaj, beyaz fondöten, karanlık göz makyajı, simsiyah eyeliner. Erkekler çoğu zaman ya hiç makyaj yapmaz ya da sadece eyeliner kullanır. Kadınlar için doğru makyaj, gotik kimliğin bir testi gibidir. Koyu mor, siyah ya da kırmızı ruj; kemikli ve ince bir görünüm yaratan yüz makyajı ve siyah eyeliner ile göz farı kullanılır.” tanımını geçersiz kılıyor. Jenna Ortega, bildiğimiz karanlık, simsiyah makyajlı ve karanlık gotik görüntünün aksine; aydınlık, tertemiz görünen, kemikli ve zayıf yüzlü, sert hatlı ancak hiç ifadesiz, yepyeni bir modern-gotik imajı ve tanımı yarattı. Ortega’nın canlandırdığı, karakterden ve dizi anlatısından daha fazla ilgi toplayan yepyeni yanakları ve yüz hatlarıyla magazin sayfalarından keşfetimize alakalı alakasız her yerden üzerimize fışkırtılan yeni tarzıyla yepyeni bir moda ikonu haline geldiğini ve bunun popüler kültürde büyük yankı bulduğunu inkâr edemeyiz.
İlk sezonunun çıktığı sene sosyal medyada, Wednesday gibi görünmeye özenenler için “Bütün bu Wednesday’lere iyi bak evlat, geçtiğimiz sene her biri Barbie’idi.” esprileri yapılan ve popülaritesinin yüzeyselleştirilmesinden geldiği vurgulanan Wednesday’i “Kurukafa Ağacı” hikayesinin minik anlatısıyla Burton’ın dünyasına bizi yeniden davet eden bu şirin diziyi -artık sevdiğim noktalarıyla- ele alalım.
“Gotik, okuyucuda açıklanamayan, bilinmeyen ve doğaüstü olana karşı dehşet, korku, dehşet veya ürküntü olarak ifade edilebilecek abartılı bir tepki yaratmakla ilgilidir. Hem dışarıdaki karanlığa hem de insan ruhunun içindeki karanlığa odaklanır. Gizli aile sırları, gömülü anılar biçimindeki tarih ve hayaletler, ölümsüzler, vampirler, zombiler ve her türden canavar biçimindeki doğaüstü, Gotik kurgudaki tekinsizliğin kaynağını temsil eder.” An Overview of Gothic Fiction-Irina Rata
Şimdi, sebeb-i kocaman metnimiz bölümümüze geldik. Buraya kadar bahsettiğimiz her tanımı ve sıfatı birer not kağıdına yazdığımı ve içlerinden birini size çektirdiğimi düşünün, soru basit: “Bu sıfat ve/veya tanım ile açıkladığımız filmi kim yönetmiş olabilir?” Cevapların büyük çoğunluğunun Tim Burton olacağına inanıyorum, hatta hiç kuşkum yok. Peki, nasıl oldu da, bu ünlü yönetmenin bu dehşetengiz aileyi ele alması bu kadar gecikti?
Aslında Burton, her zaman ailenin bir parçası olmak istemiş. Hatta filmler çekilirken senaristlerle birlikte sette olmak istemiş. Bazı hayranlar hâlâ filmleri onun gizlice yönetmiş olabileceğine inanıyormuş. 2019’daki animasyonu da onun yapacağı duyurulmuş ama o animasyonu -elbette- imzası olacak yeni bir stop-motion şeklinde tasarlamış. Ancak stüdyo ve yapımcılar bilgisayar temelli bir film istedikleri için projeden çekilmiş. Kısmet bu gudubet liseli kızaymış diyelim.
Beş yılda sekiz okul değiştiren, babasının küçük fırtına bulutum diye sevdiği, kendi karanlığıyla son derece barışık, insanların kendisini davet etmesi ve aralarına dahil etmesi fobisi olan (fobia of being included), aile geleneği sayılan mezar kazıcılığında, eskrimde, zehirlerin kullanımı, kesici aletler ve deri yüzme gibi konularda son derece başarılı, kederle dolu üstün zekâlı varoluş sancılarını, asla bağ kurmadığını ve sevmediğini iddia ettiği okulunu ve arkadaşlarını kurtarmak ile dizginleyen karakterimiz zaten en başta, Makaseller’den Şeytan Berber’e tüm Burton karakterlerine minik selamlar gönderen özellikleri ile yaratılagelmiş gibi. 30’lardaki çizimlerinden TV ekranına, 2000’lerdeki animasyonuna kadar iki örgüsü, beyaz yakalıklı giysileri, geniş alnıyla bilinen karaktere Burton’ın dokunuşu kâkül eklemiş ve yepyeni bir popüler kültür imgesi tasarlanmış. Örgülerini soktuğu her işin bozulduğu bu gudubet karakter, üstün zekâsı, planlama yeteneği, dil becerisi, tasarım güçleri gibi özellikleri düşünüldüğünde biraz da Rönesans’ın dahi çocuklarını bize hatırlatıyor gibi sanki…
Ayrıca filmlerde sevdiklerine işkence ederek sevgisini gösteren aile fertlerinin en önde bayrak taşıyanı olarak koşturan küçük kızımız filmlerin -mesela elini kolunu bağladığı kardeşinin ağzındaki elmaya okla hedef alması gibi küçük tatlı sevgi jestlerinin- aksine dizideki Wednesday, sevdiklerine zarar verenlere işkence etmeyi bir amaç ediniyor. Ve daha ilk bölümde, kardeşinin elini kolunu bağlayıp ağzına elma koyup dolaba sıkıştıran yüzme takımının havuzuna onlarca pirana salıyor.
Burton’ın tek değişikliği örgülere kâkül ve şefkat eklemek değil elbette, her zaman hayranlığımın zirvesindeki gotik kraliçe Morticia da bildiğimiz kasvetinin aksine Catherine Zeta-Jones’un ışık saçan gözleri ve gülümseyen dolgun yanaklarıyla aileye sanki yeni bir karakter eklenmiş gibi sıcacık ve (u)mutlu hissettiriyor. Burton öncesini hatırlarsak; Morticia’ların en bilineni, Anjelica Huston ise gotik kraliçeliği kendi annesinden devralmış görünüyor. (Ayrıca Cher’de Morticia’lığa epey istekli bir adaymış ama tacı Huston kazanmış.) İşte Huston’ın gerçek annesi:
Fotoğrafın Addams’ların salonunda çekildiğini zannettiniz, değil mi?
“Çarşamba gününün çocuğu kederle doludur…”
Wednesday’in biraz daha olgunlaşmış ancak ruhunun karanlık ateşinin daha da harlandığı ergenlik döneminde, tüm dışlanmışları kapsayacak ütopik bir lisede geçen dizi, konusu ile Tim Burton’ı hemen kendisine çekmiş. İlk sezonda sekiz bölümün dördünü yöneten ünlü yönetmenimiz projede aynı zamanda yapımcı koltuğunda da oturuyor. Ailenin büyük bir hayranı olan Burton, filmlerde Wednesday’i canlandıran Christina Ricci’yi de diziye bizzat davet etme inceliğini göstererek gönlümüzü yeniden çalıyor. Tim Burton’un hemen her karakteri gibi Wednesday’in de renklere alerjisi var. Wednesday; dışlanmışlar, ucubeler ve canavarlar okulundaki ilk gününde yaşayan, canlı bir siyah-beyaz Instagram filtresi gibi görülüyor. Gökkuşağı kusmuş gibi görünen odasında aşırı sıcakkanlı oda arkadaşıyla yaşamaya mahkûm ediliyor.
Hikâyeyi bu kadar sevip benimsemesini Burton, “1976’da bir lise balosuna gitmiştim, ‘Carrie’nin çıkış yılıydı. O baloda kendimi erkek bir Carrie gibi hissettim. Orada olmak ama bir parçası olmamak zorunda olma hissini yaşadım. O hisler, ne kadar isteseniz de sizi terk etmiyor. Biliyorsunuz, Wednesday ve ben aynı dünya görüşüne sahibiz” diyerek açıklıyor.
Diziyi yazmak için bu ikinci izleyişimde hakikaten, Burton’ın özellikle spooky, gotik, dehşetengiz bölümleri yönettiğinin, Wednesday’in yalnız bir skandallar prensesi olarak görüldüğü bölümlere ehemmiyet gösterdiğinin ayırdına varabildim. Özellikle ikinci sezonun ilk bölümüyle Burton’ın kendi şahane imzasını attığı dizi, gelecek yeni bölümlerinden de beklentimi yükseltti. Yönetmenin filmlerini seviyor, Wednesday’in karanlık görüntüsünün altındaki yumuşacık pespembe kalbi görüyorsanız, Tim Burton’ın “İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü” ismindeki, illüstrasyonlarıyla bezeli mini hikâye kitabını da tavsiye ederim.
Yalnızca ürkünç, farklı, karanlık görünenlerin aslında iyi ve aydınlık taraf olduğunu neredeyse her bölümde yeniden vurgulamasıyla değil, vermek istediği duyarlılık mesajları (Özellikle göçler, göçmenler ve günümüz politikaları gibi) ve dikkat çektiği kritik tartışma konularında sözünü sakınmamasıyla da puan toplayan dizinin yeni bölümlerini heyecanla bekliyorum.
Şimdiden keyifli seyirler dilerim.
Gudubetlik üzerinizde olsun!