Bu yıl sinema takvimine baktığımızda yeniden yapımlar yani “remake”ler başı çekiyor. Bir de bunun türevleri var, “re-imagining”ler, “reboot”lar ve “retelling”ler… Tüm bunlar ne demek, neden sektör bu yöne döndü ve biz hangi hikâyeleri yeniden izleyeceğiz?
Son yıllarda hikâye konusunda can çekişen Hollywood’un sarıldığı üç can simidi var, ilki “süper kahramanlar”. Ama fark etmişsinizdir, Marvel filmleri eski sükselerinden epey uzaklar. Sektörün diğer gözdesi ise “devam filmleri” ya da “prequel”ler yani “öncül film”ler. E ne de olsa yapımcılar sırtlarını tutmuş bir filme dayamayı sever. “Spin-off” yapmak da başka bir taktik, yani tutan bir filmden bir karaktere odaklanan filmler. Fakat bu tip “franchise işler” de artık beklentileri karşılamıyor. Şimdilerde moda “remake”ler, yani yeniden yapımlar.
“Remake”ler de kendi içinde ayrılıyorlar. Bunlardan biri “re-imagining”. Türkçeye yeniden yaratım diye çevirebileceğimiz bu yöntemde, orijinal versiyonu baştan hayal ediyorsunuz. Bunun en ünlü ve net örneklerinden biri kült Fransız kısa filmi “La Jetée”den Terry Gilliam’ın yola çıkıp yeniden hayal ettiği “12 Monkeys” filmi. Bir de “reboot” var, dizi veya seri filmleri, yıllar sonra, farklı bir casting ile küllerinden doğurmanın adı. Reboot denince akla hemen “Spider Man” geliyor, zira Örümcek Adam’ın orijinal hikayesini yirmi yıl içinde üç defa baştan başlatarak sundular önümüze. “Mad Max: Fury Road” da reboot’un uzun yıllar sonra yapılabildiğinin başarılı bir örneği. Bir de “retelling” var, aynı öyküyü bambaşka bir isimle ve konseptle anlatmaya deniyor. Bunun da en meşhur örneği Romeo & Juliet’ten türetilen “West Side Story”.
Melez durumlar da var. Misal geçen sene izlediğimiz “Mufasa”, Lion King’in hem öncesini hem sonrasını hem de hikâyenin başka yönlerini anlatan bir filmdi. Hollywood’da çareler tükenmiyor, şimdilerde bir başka “remake” yöntemi olarak animasyondan live-action’a transfer olayına da girmeye başladılar. 2010 yapımı, çok sevilen animasyon “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin”in gerçek dekorlarda oyuncularla çekilmiş versiyonu Haziran’da vizyona girecek. Şimdiden animasyon versiyonu ile live-action versiyonunun sahne sahne kıyaslamaları yapılıyor. Orijinal filmlerin seslendirme kadrosundan sadece Gerard Butler’ı live-action’da karakterini canlandırırken izleyeceğiz.
Robert Eggers’ın yeni Nosferatu filmi aslında garip şekilde tüm bu bahsettiğimiz remake türevlerini bünyesinde topluyor. Bir açıdan “remake” çünkü Murnau’nun 1922 klasiğinin yeniden yapımı. Fakat diğer yandan “re-imagining” çünkü Bram Stoker’ın romanı “Dracula” ile o romandan esinlenen “Nosferatu”yu bir araya getirerek bu klasik hikâyeyi yeniden hayal ediyor. Ve her ikisinde de olmayan sahnelerle aslında bir “retelling” de yapıyor. Eğer olur da filmin devamını çekerse “reboot”, yani “yeniden başlatma” unvanı da kazanabilir! Tabii “Nosferatu”nun bir özel durumu daha var. Zira Murnau’nun orijinal Nosferatu’su aynı zamanda sinema tarihinin en saygın telif hırsızlığı! Yani Stoker’un ailesine telif ödememek için yapılan illegal bir adaptasyon. Gel de çık işin içinden!
Peki Dracula’yı bu sene perde Bill Skarsgård’dan, tiyatroda ise Okan Bayülgen ve Tamer Karadağlı’dan izlememize ne demeli? Kont Dracula’nın cazibesi yeniden yükseldi belki de! Ama tabii “Frankenstein”ı da unutmamalı. En son Çağan Irmak’ın Netflix dizisi “Yaratılan” ile tekrar izlediğimiz, Kenneth Branagh’ın ise 90’lardaki başarılı uyarlamasını ise kalbimizin başka bir yerinde tuttuğumuz Frankenstein hikâyesini bu defa vizyoner yönetmen Guillermo Del Toro’nun yorumuyla izleyeceğiz. Bu filmde Canavar’ı Euphoria’nın “canavar”ı Jacob Elordi’nin canlandıracak olması ise epey enteresan bir kast seçimi! Bu kış Netflix’le birlikte sinemada da vizyona girmesi beklenen yapımda Oscar Isaac Victor Frankenstein’ı, Mia Goth ise Elizabeth’i canlandıracak.
Bu yılın en çok merak edilen yeniden yapımı ise kuşkusuz Superman! Süper kahramanların şahı artık “Galaksinin Koruyucuları”nın yaratıcı yönetmeni James Gunn’a emanet, Superman’i ise 31 yaşındaki Amerikalı aktör David Corenswet canlandırıyor. İlk düşen fotoğraflarda yeni Superman kostümünde kırmızı donun dönmesi saçma bir heyecan yaratmıştı! 🙂 Yayımlanan fragman ise bazı çatlak seslere rağmen çok dikkat çekti. Özellikle Superman’in köpeği Krypto’yu aşırı merak ediyoruz!
Günümüzde, farkında olmadan çok sayıda “remake”le veya türeviyle karşılaşıyoruz. Oscar’da yarışan 10 filme bakalım mesela. Bu sene 2. bölümünü izleyeceğimiz “Wicked”, Oz Büyücüsü’nü yeniden anlatan bir kitaptan uyarlanan bir Broadway müzikalinden uyarlanan ve o hikâyeyi genişleten bir film uyarlaması! “Dune 2” ise David Lynch’in ilk ve tek Dune uyarlamasında ve diğer çeşitli uyarlama çabalarında karşımıza çıkan olayları yeniden önümüze getiren bir nevi “remake”. Bob Dylan’ın hayatından esinlenerek yazılan biyografik roman “Dylan Goes Electric!”ten uyarlanan “A Comple Unknown” için “remake” diyemeyiz ama bu filmdeki bazı kritik sahneleri daha önce “I’m Not There” filminde izlemiştik. “The Substance” da bir remake değil ama “The Fly”dan “Shining”e birçok filmden bariz parçalar taşıyan, yapboz gibi bir film. Kısacası en popüler sinema “yarışma”sına baktığımızda yeniden yapımları veya gerçek öyküden uyarlanan filmleri bir kenarda tutarsak, doğrudan sinema için yazılmış, kurmaca film sayısının oldukça az olduğunu görebiliyoruz. Bu durum sinema sanatında yaratıcılık konusunda büyük bir soru işaretine sebep oluyor.
Remake, reboot, sequel vb. işlerini en çok seven tür şüphesiz korku sineması. Drakula ve Frankenstein dışında Kurt Adam mitosu da yeniden canlandı. Sene başında yeni bir “Wolf Man” filmi izledik, bu seneye yetişmez ama gelecek sene Robert Eggers’tan Werwulf’ı izleyeceğiz. “Witch” ve “Nosferatu” gibi karanlık arthouse horror filmlerine imza atan Eggers bunun yazdığı en karanlık hikâye olduğunu söyledi geçenlerde ve oldukça yankı uyandırdı bu sözü. Zira daha ne kadar karanlık olacak be adam, Nosferatu’da hiçbir şey göremedik!
Korku sineması malum devam filmlerini de seviyor. Hele geçen senenin en sürpriz başarısını elde eden “Terrifier 3”ten sonra daha bi’ gaza bastı. Bu sene “Saw 11” (Yazıyla on bir!) Eylül’de vizyona girecek. Bir de çok eski bir seriyi canlandıracaklar ve dördüncü defa “Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum” diyecekler. Sevdiğimiz çığlık kraliçelerinden Jennifer Love Hewitt da ünlendiği bu seriye geri dönecek. Dini motifli korku sinemasının başarılı örneği “The Conjuring” de “Last Rites” (Son Ayetler) alt başlığıyla sevenlerini sevindirecek. Yapay zekâ korkusu ile “Chucky”i birleştiren “M3gan”ın güncellemesi de tahmin edildiği üzere “M3gan 2.0” adıyla Temmuz ayında gelecek.
En çok merak ettiklerimizden biri şüphesiz “28 Gün Sonra” evreninden çıkacak üçüncü film olan “28 Yıl Sonra”. Zombi filmlerini tekrar potaya sokan seri aslında “28 Hafta Sonra”dan sonra -mantıken- “28 Ay Sonra” ile devam edecekti, fakat birçok komplikasyondan dolayı bu filmin yapımı gecikti ve serinin yaratıcıları Danny Boyle ve Alex Garland araya giren 18 yıldan dolayı filmin adının “28 Yıl Sonra” olmasına karar verdiler. Filmde Aaron Taylor-Johnson, Jack O’Connell ve Ralph Fiennes başrolleri paylaşacaklar.
Stephen King’in hikâyesinden uyarlanan, Arnold Schwarzenegger’in oynadığı 1987 yapımı “The Running Man”, oldukça ilham verici bir eserdi. “Hunger Games” ve “Squid Game’in atası olan bu distopik film şimdi çok sevdiğimiz Edgar Wright’a emanet. En son “Last Night in Soho”yu çeken Wright, Scott Pilgrim vs. the World dışında hep kendi öykülerini çekmiş bir isim olsa da bizim neslin bu kült filmi söz konusu olunca “Hayır” diyememiş. Bizim de bu filme hayır dememiz zor.
Oyun demişken biliyorsunuz Hollywood’un yeni merakı da oyun filmleri. Bu sene çocukları “tablete bakan zombi”lere dönüştüren başlıca oyun olan Minecraft’in filmi vizyona girecek. Ve sırada benzer çok oyun var.
Bu film nasıl bir sapıklık, nasıl bir manyaklık olacak çok merak ediyorum. Zira filmin Kore orijinali “Save the Green Planet!” bile “deli saçması” diyebileceğim bir kurguya sahipti. Şimdi onu Yorgos Lanthimos alıp ne yapacak acaba? Kadro da çok iyi. Tabii ki Emma Stone ve Jesse Plemons var, ama bir de Aerosmith klip güzeli Alicia Silverstone’un geri dönüşüne tanıklık edeceğiz. 🙂
Remake değil ama orijinal hikâyenin öncesini anlatacak bir diziyi iple çekiyoruz bu ara. Alien: Earth ile ilk defa bir Alien hikâyesini dizi formatında izleyeceğiz. İlk filmden iki yıl öncesinden başlayacak ve FX kanalında yayımlanacak dizinin showrunner’ı Noah Hawley’i “Fargo”nun televizyon uyarlamasından hatırlıyoruz. “Fargo” gibi “Alien”a da yepyeni bir nefes katabilir bu yetenekli yazar-yönetmen-şarkıcı.
Hollywood remake’leri seviyor. Nasıl sevmesin? Hazır hikâyen var, PR değeri olan bir markan var, tepe tepe kullan… Ayrıca gençler streaming platformlarında “eski”, “grenli” bir film izlemek istemiyorlar, “cam gibi”, “Netflix renklerinde” ve kendi jenerasyonlarından aktörleri gördükleri filmleri tercih ediyorlar. Hatta yakın bir zamanda Yüzüklerin Efendisi’nin yeniden yapımını görme olasılığımız bile var. Henüz projeyle ilişkilendirilmiş bir isim yok ama Warner Bros. resmi olarak duyurdu. Hayranların çoğu kızdı tabii, “Kusursuz bir eseri yeniden yapmak ne alaka?” diyorlar. HBO da bir başka çılgın projenin kurdelesini kesti ve 2026’da Harry Potter serisini televizyon formatında sunacaklarını açıkladılar. Bu arada “Back to the Future” için de benzer bir reboot söylentisi bir ara döndü ama neyse ki serinin yaratıcıları Zemeckis ve Gale “Biz yaşadığımız sürece böyle bir şey mümkün değil” diyerek söylentileri sona erdirdiler.
Ama demek ki ileride böyle bir ihtimal de var! Böyle giderse, bir gün “Star Wars”un, “Godfather”ın, Citizen Kane’in, “Shawshank Redemption”ın, “Matrix”in de remake’lerini izleyebiliriz.
Hollywood sanki “Orijinal bir film çekmeyeceğim, gerçek yaratıcılara para vermeme gerek yok, oyundur, kitaptır, çizgi romandır, eski filmdir, taklittir, klondur, bu şekilde yolumu bulurum. Zaten yapay zekâ da gelişti, yakında ona da film yazdırırım” kafasına girmiş gibi. Ne diyelim hayırlı işler beyler!